Cuma, Ocak 30, 2009

Varanasi Yaprağı, Dolmalık Değil Tatlı Niyetine

Hindistan'ın en mistik şehirlerinden Varanasideyiz. Ganj nehri Hinduizm'de kutsal sayıldığından, Ganj nehri kıyısındaki bu şehre her gün binlerce hacı adayı geliyor ve Ganj'da yıkanarak hacı oluyorlar. Nehrin kenarından yaşlılar için yapılmış binalarda ölümü bekleyenler mi istersiniz, 3.000 yıldan beri sönmediği iddia edilen bir ateşi koruyan kabileye para verip, ateşin bir kısmını alarak ölüsünü yakanlar mı, gerçekten tam anlamıyla her metrekaresi insanı şaşırtan bir mekan Varanasi. Gittiğimizde hava sıcaklığı 5 derece civarında olmasına rağmen, sadece iç çamaşırlarıyla Ganj'da yıkanan bir sürü insan da cabası. 

Giriş paragrafı  biraz lümpen oldu, sonuçta o insanların hepsi belli bir dine inanıyorlar ve inançlarına göre ibadet ediyorlar. Bizim de genel olarak böyle bir disneyland tutumumuz yok ama şehir gerçekten alışık olmayanlar için inanılmaz derecede garip bir yer. 

Seviyeyi biraz artırmak adına bu yazıda bütün hindistanda zevkle çiğnenen ama en iyi örneklerinin Varanasi'de olduğu iddia edilen "Paan"dan bahsetmek istiyorum. Efendim bu Paan denilen hadise İngilizce betel olarak adlandırılan, türkçesini bulamadığım bir ağacın yaprağının içine, ceviz başta olmak üzere çeşitli maddelerin (özellikle tatlı maddelerin) konulması sonrasında çiğnenen bir şey. Anladığım kadarıyla hafiften bir bağımlılık yapma durumu var, sabahın köründe krize girip soluğu en yakın paancıda alan bir sürü kişi gördük. Çok fazla çiğnendiği zaman diş eti çekilmesi, diş çürümesi gibi şeylere de neden oluyor, hindistan'ı gezerken bütün diş etleri çekilmiş, ağzının içerisine kan oturmuş, dişleri yamuk yumuk bir sürü insana rastlamak son derece normal, bu da paanın marifetiymiş. 

Bir de Hindistan'ın en iyi paancısının Varanaside olduğunu duyunca, kendimizi eski çarşının dar sokaklarına attık ve paancıyı aramaya başladık.  Gama Paan isimli, St. Thomas kilisesinin bulunduğu meydanın bir köşesindeki mekanı zar zor, sora sora buluyoruz. Sanki Paan'ın iyisiyle kötüsünü ayırt edebilecekmişiz gibi. 


Manzara fotoğrafta gördüğünüz gibi, abinin biri oturmuş, önünde yapraklar, biraz kiraz, bizdeki tahin pekmeze benzer bir sıvı, tatlı olduğu anlaşılan bir kaç şey daha. Berna benden tadacağını söylüyor, kendimize bir tane paan hazırlatıyoruz. Ağzıma ilk lokmayı atıyorum, bildiğiniz çiğ yaprak tadı var, içindeki şekerlemeler gerçekten çok ağır, bayıyor insanı.

Sorun şu ki, yazının başından beri bu yaprak çiğnenir çiğnenir dedim ama, o sırada böyle bir bilinç yok, ben bir an kendimi etli yaprak sarma yiyorum zannettim, tüm yaprağı cumburlop mideye indirdim. Biraz da psikolojik herhalde, midem ağrımaya, başım dönmeye başladı, zaten sağda solda ölü yakıyorlar, millet don gömlek ganj nehrinde, resmen yarım yaprakla bad trip oldum zannettim. Geçti bir kaç dakika sonra, paan'ın da yutulmayacağını öğrenmiş olduk. Karım biliyormuş zaten, aldığı lokmayı tükürdü ve yoluna devam etti. 

Perşembe, Ocak 15, 2009


Maasai Yerlileri

Sabah Manyara gölünde safariden sonra öğlen için safariye ara verip bir "masai" köyüne gitme opsiyonumuz var. Tanzanya ve Kenya esasen 120'nin üstünde etnik gruptan oluşan devletler, bunların kültürleri ve giyim tarzlarıyla en öne çıkanlarından biri de Maasailer. Zanzibar'da bile tropik bir sahilde elinde mızrağı, üzerinde batteniye örtülü bir biçimde yürüyen, garip saç kesimleriyle de fark edilen Maasailer esasen Serengeti ve civarındaki dağ köylerinde yaşıyorlarmış. Serengeti ve diğer milli parklarda insanların yaşaması yasak olmasına karşılık, Maasailere serbest imiş, hatta köylerine çoğu zaman aslan, fil gibi cins cins vahşi hayvan saldırır, bu maasaili abilerin mızrakla aslan öldürdüğü dahi olurmuş.

Bu kabile şeklinde yaşayanların köyünü bir defasında Güney Afrika'da ziyaret etmeye kalkmıştık, rezaletin daniskası idi. Tamamen turistler için giyinmiş kuşanmış bir sürü eleman, akşama kadar elde tef afrika müziği yapıyor, saat altıda mesai bitince üzerlerini değiştirip servislerine binerek gidiyorlardı. Dolayısıyla bu aktiveteye mesafeli yaklaşmamıza rağmen, bir tane rehber ayarladık ve rehberle birlikte yollara düştük. Bir yere kadar arabayla gittikten sonra, arabadan inip dar bir patikaya girdik, yarım saat kadar da patikada yürüdükten sonra köye vardık. Köyün turizmle falan ilgisi yoktu, çocukluğumuzda seyrettiğimiz belgesellerdeki gibiydi her şey. Köyde denilemez aslında, toplasanız 5-6 tane ev var, 1 adam, 7 karısı ve 33 çocuğu ile kaynana hazretleri burada yaşıyorlarmış. Bu yazıyı daha fazla uzatmaya lüzum yok, fotoğraflar her şeyi anlatıyor sanırım.

 

Perşembe, Ocak 08, 2009

Babunlu Hikayeler (2)

Bloğu takip edenler hatırlayacak, Güney Afrikada, Ümit burnunda babunların saldırısına uğramış ve elimizdeki bisküvileri atarak tehlikeyi atlatmıştık. Bu olaydan sonra babunlara karşı olan ilgimiz neticesinde, babun nedir, ne yer ne içer, neden her yemek gördüğü yerde saldırır falan filan öğrendik, babun bilincimiz had safhaya ulaştı. Kim derdi ki, bu kadar bilince rağmen tekrar babunların hain saldırısına uğrayacağız.

Hikayemiz tanzanya'da geçiyor, 5 günlük safaride, aslandan file, hipopotamdan sırtlana her şeyi gördük, keyfimiz son derece yerinde safari turunun son günündeyiz. Mekan Ngorongoro krater denilen bir yer. Yaklaşık 19 km çapında, yüzbinlerce yıl önce düşen bir krater nedeniyle oluşmuş bir çanak burası. Açık bir arazi olduğu için vahşi hayvan görmek açısından da mekan ciddi fırsatlar sunuyor.



Sürekli milli parkların içerisinde olduğumuzdan ve sürekli etrafta vahşi hayvan tehlikesi bulunduğundan, öğlen yemekleri için şoförümüz Ömer bizi nispeten korunaklı yerlere götürüyor, sabahtan kaldığımız otele hazırlattığımız sandviç vb.'yi buralarda yiyoruz.



Son gün öğle yemeği için gittiğimiz yer en şahanesi oldu, çünkü etrafta bol miktarda zebra ve ne yazık ki yine bol miktarda babun var. 4X4'ümüzün durumunu da anlatmam gerekiyor burada, aletin üzeri açık ve tepesi bir brandayla örtülü, aşağıdaki fotoğraf benim kıt anlatım yeteneğimden daha açıklayıcı olur herhalde.



Neyse, biz zebralarla falan fotoğraf çektirdik, sandviçlerimizi de babunlardan saklaya saklaya yemeyi başardık. Bu arada Berna tuvalete gitti. Evlendiğimizde bir anlaşma yapmıştık, ben evi ve yemeklerimizi koruyacaktım, o ise geri kalan bütün işleri yapacaktı. "İşte vakit geldi" dedi Berna, "içeride bir sürü bisküvi var ve akşama kadar tek yemeğimiz o". Babunlar, ben, üstü açık arabamız baş başa kaldık. Kucağında çocuğunu taşıyan bir babun sinsi ve şüpheli halleriyle gözüme çarptı.



Birbirimizi tartmaya başladık, ben "hişt pişt" gibi kedi kaçırıcı seslerle rızkımızı savunmaya çalışırken, anne babun boşluğumu yakalamaya çalışıyor. İnanılmaz çevik bir hamleyle arabanın tavanına sıçradı, oradan içeri girdi. Kokudan anladı herhalde, biskivüler büyükçe bir mukavva kutunun içerisindeydi ve kutunun ağzı kapalıydı, ben çaresizce camlara vurup babunu korkutmaya çalışırken, ablanın umru değil, kutuyu açtı, biskivüleri aldı arabadan çıktı ve ağaca tırmandı.

Terbiyesizliği iyice eline alan babun abla, ağacın tepesinde gözümün içine baka baka bisküvileri jelatinlerinden çıkararak yemeye başladı. Bir kaç tane rencide edici küfür sallamama karşılık bana mısın demedi, bütün bisküvileri hapur hupur yedi.



İkinci defa babunlara ganimet kaptırdığıma mı, ailemizin rızkını koruyamadığıma mı yanayım bilemedim.