Salı, Mayıs 26, 2009

Koyasan

Japonya gezimiz sona ererken, son derece turistik olacağını bile bile, 1 gece de Koyasan'da Budist tapınağında kalalım dedik. Bu Koyasan bir dağ kasabası ve esasen Japon ezoterik budizmine evsahipliği yapıyor. Zamanında Çin'den gelen bir budist üstadı tarafından budist gelenek Japonya'da yeşermeye başlamış, üstadın hala ölmediği, bir sonraki buda gelene kadar mezarında meditasyon yaptığına inanılıyor. Kasabada 500'ü aşkın tapınak var ve çok büyük bir kısmında geceleyebiliyorsunuz. Ama ne geceleme, öyle aydınlanma arayan inançlı budistler falan gibi değil, duşu tuvaleti, televizyonu falan olan Japon tarzı odalarda. Bu nedenle Koyasan daha gitmeden tarafımızdan turistik damgasını yiyor.

Osaka'dan trene binip, son durakta inip, teleferiğe biniyoruz. Teleferik 5 dakikalık bir yolcukla bizi Kasabaya çıkarıyor. Teleferiğin indirdiği yerden de otobüse binip, ilgili durakta inince, işte karşımızda tapınağımız.



Oda tahmin ettiğimiz kadar güzel ve lüks. Akşam yemeğinin saat 17:30'da verileceğini duymak biraz canımızı sıkıyor. Öğlen rakısı ile başlayıp, gece yarısı biten sofralar haricinde, o saatte yemek yeme adetimiz yok. Budist rahip, yemekle ne içeceğimizi soruyor, Sake var mı diye şansımı deniyorum, sürpriz bir şekilde var. Bir yerin turistik olması çok nadir de olsa işe yarıyor galiba.



Neyse, takriben 3 saat kadar civar tapınakları geziyoruz, esasen son derece güzel yerler var ama Kyoto'dan sonra kesmesi mümkün değil. 



Saat 17:20 gibi tapınaktayız. Yemek, odamıza gelecek. İki rahip, yemeklerimizi küçük sehpaların üzerinde servis ediyorlar. Sofra mükellef, velakin neyin ne olduğunu anlamak mümkün değil. Bari tadalım diyoruz, tadınca da anlamak mümkün değil. Esasen Koyasan sofistike vejeteryan yemekleri konusunda son derece meşhurmuş, diyeceğimiz bir şey yok, çok lezzetli bir sürü şey var, ama insan en azından ne yediğini bilmek istiyor. Sakelerimiz de şahane, sunuma diyecek bir şey yok zaten, tipik Japon zerafeti. 



Haliyle, 18:30 gibi yemek bitiyor. Aynı rahipler sofrayı kaldırıp yer yataklarını seriyorlar. 



Toparlanıp, gece yürüyüşüne çıkıyoruz ama kasabada in cin top oynuyor. Bir kaç tapınağı gece geziyoruz, hafiften tırsmamak mümkün değil.


Gelip yatıyoruz, sabah saat 6'da rahipler ayine kaldırıyor. 1 saat süren seromoniden sonra, bu sefer rahipler kahvaltı getiriyor. Yine aynı senaryo, yediğimizin ne olduğunu anlayamıyoruz ama son derece lezzetli şeyler yiyoruz. Gerçi çoğunu normal hayatımda kahvaltıda tercih etmem herhalde.



Sonuç itibariyle gayet güzel bir deneyimdi, turistik muristik boşverin, fırsatınız olursa yapın derim.





Pazartesi, Mayıs 18, 2009


Tokyo Meyhaneleri/Barları

Yeme içme konusunda gittiğimiz yerlerde Lonely Planet'a güvenmeyi çoktan bıraktık. Sağolsun, bizi çoğu yerde fena hayal kırıklığına uğrattı kendisi. Dolayısıyla, ya önceden çok ciddi bir internet araştırması yapmak gerekiyor, ya da "sağduyu"nuzu kullanıp kayıntınızı giderecek bir yer bulacaksınız. 

Tokyo sağduyu kullanmak için elverişli bir yer değil, çünkü neredeyse bütün yeme içme yerleri kapalı mekanlara konuşlanmış, çoğunun penceresi, kapısı bile perdelerle örtülü. Dolayısıyla, içeride ne olup bittiği konusunda en ufak bir fikir sahibi olmak, içeriye girmeyi gerektiriyor, takdir edersiniz ki, sürekli lokantalardan içeri girip etrafa göz atmak can sıkıcı bir hadise. 

Aslında bu yeme-içme işine gerçekten gönül vermiş ve gönlü kadar cüzdanı da zengin kişiler için Tokyo bir cennet. Şehirdeki toplam michelin yıldızı sayısı, Paris toplamından 3 kat fazla. Dolayısıyla, esasen yapacağınız tek şey bir michelin guide elde edip varoluşunuzun tadını çıkarmak. Tabi her yemekte adam başı ödeyeceğiniz paranın 150 USD'den az olmadığını belirtmem gerekiyor !!!

Ne yazık ki bizde öyle bir para yok ama Allahtan google var ve şansımız da azımsanamayacak kadar yüksek. Bizim gibi "hafiften sakeyle demlenelim, ortaya da küçük küçük mezeler gelsin"le yetinebilirseniz, The Guardian gazetesinin "top 10 izayakas in Tokyo" yazısı son derece faydalı bir eser (http://www.guardian.co.uk/travel/2008/feb/26/tokyo.food ). Bu "izayaka" dedikleri, şefin bir barın ortasında yemekleri yaptığı, küçük tabaklar halinde, japon sıcak ve soğuk mezelerinin geldiği, ekseriyetle sake veya bira içilen bir tür "meyhane". Son derece demokratik ve rahat yerler, fiyatları da fahiş Tokyo standartlarına göre nispeten ucuz. Fotoğraflar aşağıda. Biz genelde 6 gün kaldığımız Tokyo'da her gece The Guardian'ın önerilerine uyduk ve hiç pişman olmadık, çoğu için rezervasyon şiddetle tavsiye olunur. 







Tokyoluların her şeyi bir miktar garip ama, Shinjuku bölgesinde bir kaç sokağa yayılmış barları hiç unutmayacağım herhalde. "Golden Gai" denilen bu barlar sokağı bölgesinde, barlar genelde 4 kişilik, en babasında 6 kişi ancak içeride durabiliyor. Bizim gibi "3 metrekare yer kiralayayım, sokağa taşar, 100 kişi ağırlarım 3 kuruşluk kirayla" gibi bir durum da söz konusu değil. Bildiğiniz 4 kişi, barmenle birlikte 5, küçücük bir mekanda oturmuş içki içip kareoke yapıyorlar. Çoğu mekan "members only" imiş, mümkünü yok içeri almıyorlar, fotoğraf çekmek zaten tartışma dışı. Neyse, sonunda araya araya, bizi kabul eden 6 kişilik bir bar bulduk. Bir japon abinin eski alman sevgilisini ve maraş dondurması konusundaki övgülerini dinledikten sonra bardan ayrıldık.

  




Çarşamba, Mayıs 13, 2009

Tsukuji Fish Market

Günde 15 milyon dolara yakın balığın satıldığı dünyanın en büyük balık pazarı. Tokyo'ya gidip de gezmeyen var mıdır bilmiyorum ama, her tür gezi yazısı/kitabı/programında şehirde yapılması gereken en önemli şey olarak öne çıkıyor. Sabaha karşı 4 gibi hareketlenmeye başlıyormuş, 8'e kadar toptan satışlar varmış, 10-11 gibi toplanmaya başlayan pazar, öğlen 1'de kapatıyormuş. Kasayla sübye almak gibi bir niyetimiz olmadığından, nispeten geç bir saatte, 8:30 gibi balık pazarına varıyoruz. Hakikaten gez gez bitmeyen yapısıyla "denizde yüzüyorsa burada satılıyordur" geyiğini hak ediyor. 









Yaklaşık 1-1,5 saati Tsukuji balık pazarında geçirdikten sonra şehrin en iyi sushi barlarından biri olduğu söylenen Daiwa Sushi'ye kahvaltıya gideceğiz. Daha önceki garip kahvaltı deneyimlerim, Diyarbakır'da ciğer, Antep'te Katmerden ibaret, ama çiğ balıkla güne başlamak aklıma hiç gelmemişti. 

Daiwa Sushi balık pazarına çok yakın, bulmakta çok zorlanmıyoruz. Velakin önünde bayağı bir kuyruk var. Sabahın 10'unda sushiye rağbet had safhada !



Yaklaşık yarım saat bekledikten sonra, takribi 10 kişinin şefin sushi hazırladığı barın önüne oturduğu mekana giriyoruz. Envai çeşit çiğ balık önümüzde, çoğu müşteri incecik kesilmiş çeşitli balıkların etlerini lüp lüp mideye yuvarlıyorlar. Biz daha ihtiyatlıyız, alıştığımız şeyi yiyelim diye pirinç ve balık sarılı "sushi rol"lardan ısmarlıyoruz. Yemeye başlıyoruz, hiç fena değil, tabi balık ekstra taze olunca gayet net bir fark ortaya çıkmaması mümkün değil. 




Yalnız hınzır şefimiz bizim "roll"lerin yanına kalamar desem değil, ahtapot desem değil ama gayet net bacakları olan ve saydama kaçan beyaz renge sahip çiğ bir deniz mahlukati koymuş. Biz, "yaşasın küçük burjuva olmamıza rağmen, sabah kahvaltısında sushi yiyebiliyoruz" diye sevinirken, mahlukati yemem konusunda bana telkinde bulunuyor. Bernaya soruyorum denesem mi diye, Berna "öğürmeye başlayacaksın rezil olacağız balık pazarında" diyor. Denedim ama, tahmin ettiğim gibi değildi, ben "cııırk" sesiyle irkileceğimi,  jöle gibi ama sert bir şey yiyeceğimi bekliyordum ama bu da gayet lezzetli çıktı.



Görevini yapmış insanların mutluluğu içerisinde kahvaltımızı bitirdik ve yolumuza devam ettik.


Salı, Mayıs 12, 2009

Furukawa'da Bir Gün

Japonya'dan geleli bir hafta oldu, yeni yeni yazmaya başlıyorum.

İlk gün Osaka'da inip, yahu bu Japon gençliği ne kadar enteresanmış diye ağzımız açık kaldıktan sonra, 19 nisan pazar sabahı Takayama isimli köy irisi bir Japon yerleşimine doğru yola çıkıyoruz. Esasen bu Takayama'nın festivali çok meşhurmuş ama 17 nisandaymış, 2 günle kaçırmış olmak çok acı. Olsun, teselli ikramiyesi, Furukawa denilen ve Takayama'ya trenle yaklaşık 15 dakika olan bir köyde de 19 nisan akşamı festival var, kısmet böyleymiş. 

Takayama şirin bir kasaba. Düzgün sokakların kenarlarına yerleşmiş iki katlı evler, uzaktan bir dağ silüeti, kiraz ağaçları falan filan.



Beni kişisel olarak en etkileyen bölümü yöreye özgü Hida Beef oldu. Bu gavurun "marbled" dediği bir tabir vardır, dananın yağları öyle bir dağılmıştır ki, örneğin bir pirzolanın üzerinde yağlar, sanki mermer damarıymış gibi dağılmış durur, hem görüntü hem de lezzet açısından şahanedir. Bu "hida beef" de "marbled" tabirini haydi haydi hak eden bir ürünümüz.  



Hemen bir lokantaya giriyoruz, sofistike seramiklerde fantastik japon yemekleri faslına dün gece başlamıştık ama "resimli seramik bir ısıtıcı üzerine konulan manolya yaprağı içerisinde ağır ağır pişen hida beef ve çeşitli sebzeler" yine de sürpriz oldu. Fotoğrafı görünce abartmadığımı anlayacaksınız. 



Yemekten sonra park bahçe dolaşmaya başladık, japonlar kiraz çiçeklerinin açtığını görünce kendilerini sokağa atmış. Bir yerde okuduk, ne kadar doğru bilmiyorum, Japonlarda genetik olarak bir kimyasalın eksik olduğunu iddia ediyormuş bir kısım bilim insanı, onun için çok çabuk sarhoş olurlarmış. Genetiği bilemem ama, tatil boyunca yerlerde sürünen çok japon gördük. Biz de parkın birinde böyle sarhoş bir japon toplulukla karşılaşıyoruz. Piknik yapıyorlar, bizi görünce sağolsunlar, hemen buyur ettiler, elimize de birer kutu bira tutuşturdular. Yalnız sarhoş muhabbeti çok pis hakikaten izin isteyip kalkıyoruz. Zaten trenle Furukawa'ya gitmemiz lazım.



Takayama 1 birim şirinse, Furukawa 5 birim şirin. Festival nedeniyle sokak satıcıları sağlı sollu doluşmuşlar. Cümbür cemaat yenilip içiliyor, festival saati bekleniyor. 




Festivalin temel aktörleri bir çeşit donla arzı endam eden japon delikanlıları. Önce koca koca şişelerde sake içiliyor, ellerinde tuttukları uzun sopaların tepesine çıkılıyor, şov yapılıyor.


Sonunda festivalin temel atraksiyonu başlıyor. Büyük bir meydana tüm yarı çıplak japon amcalar geliyor, kocaman bir festival arabasında davullar var, tüm gruplar o davulu çalmaya çalışıyor. Sonra aynı gençler kasabanın sokaklarına dökülüp tekrar sake içip sopa tepelerine tırmanmaya başlıyor. Tam ne olduğunu anlamamakla birlikte, eğlenceli bir şeye benziyordu, yerli olsam yapardım.



Festival daha devam edecekmiş ama son treni kaçırmaya gerek yok, tıklım tıkış bir 15 dakikalık yolculuğun ardından Takayama'ya geri dönüyoruz.