Pazar, Şubat 14, 2010

Bir Kaç Tavsiye

Arjantin-Brezilya hattında hayat kurtaran (!) bir kaç tavsiyede bulunmadan geçemeyeceğim.

İlk tavsiyemiz Igaçu Şelaleleri ile ilgili. Burası herhalde doğal güzellik açısından dünyada ilk ona girer. Otuza yakın şelale, sürekli belirip kaybolan gökkuşakları...



Şelaleler, tam Arjantin-Brezilya sınırında. Her iki tarafta da şelalelerin koruma altında olduğu milli parklar var. Arjantin tarafında, şelalelerin üzerinden, yanından geçiyorsunuz, daha bir hadisenin içindeymiş hissi veriyor. Brezilya tarafında ise şelaleleri daha uzaktan seyrediyorsun, dolayısıyla manzara hari
ka. Her iki tarafa da gitmek gerekiyor anlayacağınız.

Biz Arjantin tarafında kalıyorduk, Brezilya tarafına günü birlik gittik, ayrıca bir sonraki destinasyon Salvador için uçağımız Brezilya tarafından kalkıyordu. Evet ilk tavsiye geliyor, Brezilya ile Arjantin arasında bir saat Brezilya lehine fark var. Karayoluyla aralarında 10 km olduğu için bu bilgi aklınızdan çıkabilir ve başınıza uçak kaçırmak dahil envayi çeşit hadise gelebilir. Biz ağır hasar yaşamadık, sadece 10 km'lik bir trekking turu almıştık, az kaldı onun başlangıç saatini kaçırıyorduk. Alışkanlık haline getirin, sınırı geçer geçmez saatleri ayarlayın.

İkinci tavsiye biraz önce bahsettiğim trekking turundan. Aşağıdaki tırtıl cinsi hayvanata bir yerlerde rastlarsanız sakın ha dokunmayın, çok fena zehirliymiş.



Üçüncü tavsiyemiz Salvador'dan. Gece alemine yakın olmak için tarihi şehire yakın bir yerde kalıyoruz. Salvador'un tarihi şehri Unesco Kültür Mirası korumasında ve bu korumayı hak edecek kadar da güzel.





Okuduğum
uz bütün kaynaklarda tarihi şehirle ilgili ciddi uyarılar var. Herhangi bir takı, mücevharat takmayın, saatinizi bile otelde bırakın, iyi fotoğraf makinesi varsa zinhar yanınıza almayın diye.

Otelimiz merkeze 5 dakika yürüme mesafesinde olmasına rağmen resepsiyondaki adama taksiye binelim mi, yürümek güvenli mi diye soruyoruz. Adamcağız gözlerini üzerimizde gezdiriyor, yazılanlar gibi bir kontrol, saatimiz, takımız var mı diye bakıyor. En nihayetinde saat erken sorun olmaz, dönerken taksiye binersiniz şeklinde fetva veriyor. 5 dakikalık yürüyüş sonrası Salvador'un tarihi merkezindeyiz. İstisnasız herkes zenci, zaten burası Güney Amerika'ya yapılan köle ticaretinin merkeziymiş zamanında, Brezilya Afro kültürünün köklerini buradan alıyor.

Yazılarda turist olduğunuz belli olmasın diyordu. Nasıl yani? Bir sürü rastalı zenci haricinde hiç kimse yok (sonra gündüz gezdiğimizde her taraf "beyaz" turist doluydu, demek korkmuş abiler gece gelmeye), turist olduğumuz her tarafından belli. Zaten 5 dakika sonra ortama alışıyoruz, ben mecidiyeköy çocuğu olduğumuzu, güvenlik kelimesinin göreceli olduğunu, bizim için dünyada güvenlikli olmayan tek yerin Bağdat olduğunu iddia etmeye başlıyorum.

Bu arada her yerden müzik yükseliyor, kocaman bir açık hava festivaline gelmiş gibiyiz ama Salvador için son derece sıradan bir gün.



Sağda solda bir kaç şarkı dinledikten sonra, bir konser alanından gelen müzik bizi cezbediyor. Ne yazık ki, biletler tükenmiş. Biraz sonra yanımıza iki zenci geliyor, bize bilet yerine geçen bilekliklerden satmaya çalışıyorlar, bilekliğin kullanılmış olduğu her halinden belli. Ben alırım ama parayı vermem, eğer girersem; konser alanını çevreleyen çitlerden birindeki aralığı gösteriyorum, buradan par
anı veririm diyorum. Berna yok artık diyor, ama serde mecidiyeköy çocukluğu var. Neyse biz zor bela bilezikleri bağlıyoruz ve bodyguardlara yaklaşıyoruz, bodyguard bileziklere şöyle bir göz attıktan sonra yüzümüze portekizce çemkiriyor. Tabi ki içeri alınmıyoruz. İşte üçüncü tavsiye, Salvador'da kullanılmış biletle konsere girmeye çalışmayın.

Dördüncü tavsiye, yine Salvador'dan. Bir cumartesi günü, çoluklu çocuklu Salvadorlularla birlikte plajda takılırken, aniden yağmur bastırıyor, ama nasıl bir yağmur. Plajda kalmak mümkün değil, bari bir şeyler yiyelim diyerek bir lokantaya giriyoruz. Salvador mutfağının alameti farikası "maqueca". Bu yemek kısaca balık filetolarını veya deniz ürünlerini, domates, biber, sarımsak, soğan, hindistan cevizi sütü ve palmiye yağı ile pişirerek yapılıyor. Bir nevi buğulama, ama çok açık söyleyeyim, bu işi çok iyi yaptığını düşündüğüm doğa balık'ın "iskorpit buğulamasına" beş basar. Genellikle pilav ve safranla servis ediliyor, biraz balıklı karışım, biraz pilav, biraz da safranı harman ediyor, afiyetle yiyorsunuz.



Haliyle Salvador'da kaldığımız süre içerisinde mümkün mertebe maqueca yemeye çalıştık. Yağmurun bastırdığı gün de tercihimizi
maqueca'dan yana kullanıyoruz. Yemeğimizin yanında, ızgara edilip kabukları çıkarıltılmış zeytinyağlı patlıcan desem inanacağınız bir şey geliyor. Tabi bende izan ne gezer, bu ne ola ki diye sormadan, büyükçe bir kaşığı daldırıyorum patlıcan olmasını umduğum şeye ve maqueca karışımının üzerine boca ediyorum. Garson koşarak geliyor, onun adı "pimenta" çok ama çok acıdır, bu kadar koymasaydınız keşke diyor. Mecidiyeköy çocuğuyuz ya, kulak arkası ediyorum, ilk lokmayla birlikte beklenen oluyor. Gözler dışarı fırlıyor, dudaklar şişiyor, acıdan dolayı hıçkırıklar, öküsürükler başlıyor. Demek ki dördüncü tavsiye neymiş, masanıza patlıcan benzeri bir sos gelirse, bilip bilmeden yemeğin üzerine boca etmeyecekmişsiniz.

Beşinci ve son tavsiye Rio'dan. Bu "güvenlik" paranoyası nedeniyle, yanınıza sırt çantası almayın gibi lakırdıları sürekli işitince, insan ister istemez tedirgin oluyor. İpenema plajına iki sokak ötede bir hostelde kalıyoruz. Bütün gün plajda takılmaya karar veriyoruz ama daha ilk günümüz, paranoyaklığımız tutuyor, hadi sırt çantası almayalım diyoruz. E, ne yapacağız, bütün havluları, kitapları marketin birinden bulduğumuz naylon torbaya dolduruyoruz. Altımda şıpıdık terlik ve 10 senelik, artık ipleri kopmak üzere olan mayo ile plaja doğru yürümeye başlıyoruz. Ve karşımızda İpenema Plajı!



İpenema'da herkes tarz, zaten şehir olarak vücut güzelliğine takıntılılar, ya spor yapıyorlar, ya da vücutlarını göstermek için ayakta durup etrafı kesiyorlar. Ben biraz önce tasvir ettiğim halimle kapkaça gelmiş favela (varoşların genel adı) çocuğu gibi duruyorum. 5-6 kilometrelik plajı elimizde naylon torba yürüyoruz, plajda bira satanlar dahi bizden daha bakımlı. Bırakın soyguna uğramayı, millet bizim tipimizden tırsıyor.


Uzun lafın kısası, paronayayı bir kenara bırakın, İpenamaya gidiyorsanız üzerinize doğru düzgün bir şeyler giyin.







Cumartesi, Şubat 13, 2010

Şu Tango Dedikleri

Sürekli yemek yazısı güzel de, Batman'da tango kursu bastıkları günlerin ardından bu tango ne ola ki konulu bir yazı iyi gider diye düşünüyorum.

Buenos da bütün büyük şehirler gibi zamanında ciddi anlamda göç almış. Millet bırakmış köyünü, yurdunu, ekmek parası için Buenos'a gelmiş. Erkekler çalışmaya gelirken, ailelerini geride bırakmışlar. Boca semtine yerleşen bu "ameleler", haliyle yalnızlık çekiyorlar, akşam gittikleri barlarda, garson kızlarla ve hayat kadınlarıyla dans etmeye başlıyorlar. Yalnızlık çeken "amele" nasıl dans ederse bir kadınla, muhtemelen onlar da öyle dans ediyorlar. İşte efendim, meşhur tangonun kaynağı bu, gördüğünüz üzere son derece romantik.

Boca'da artık yalnızlık çeken ameleler yerine şehrin her yerinde 7 liraya yenilebilecek ete 30 lira veren turist grupları var. Ama hakkını da vermek lazım, Boca çok şirin bir mahalle. Rengarenk iki katlı evler, her ne kadar içerisinde turistik eşya satan mağazalar olsa da, görülmeye değer.






Haliyle bu kadar turistik bir mekanda her kafenin, lokantanın sahnesinde birileri tango yapıyor. 30 derece sıcaktan fena halde yorulmuş bir biçimd
e, kafenin birine bira içmek için oturuyoruz. Ben Berna'ya yukarıdaki hikayeyi, tangonun Boca'dan, varoşlardan çıktığını anlatırken, beklendiği üzere tango gösterisi başlıyor. Ben dans eden kızcağıza bakıyorum ve her zamanki gibi bağırarak "ne boca'sı be, bu bildiğin bağcılar" diyorum. Bilin bakalım kız nereliymiş? Evet, kendisi türkmüş. Sonradan masamıza geliyor (allahtan lakırdılarımı işitmemiş), Ankara'da tango hocası imiş, buralarda yaşamaya başlamış. Söylemeye gerek yok, gösteri son derece vasattı.




Boca'dan iyi bir gö
steri beklentimiz yoktu zaten. Bir yere gitmek gerekiyor doğru düzgün tango izleyebilmek için. Tamam kabul, turistik bir aktivite ama, o kadar da olsun. Mekanımızın adı Esquina Carlos Gardel. Zamanında efsanevi tango şarkıcısı Carlos Gardel burada çalarmış. Giriş ciddi pahalı, yemekli ve yemeksiz opsiyonları var. O kadar da değil, bir araba dolusu yaşlı amerikalı turistin yemek yediği yerde yemek fazla geleceğinden, yemeksiz opsiyonu seçtik. Gösteri gerçekten harikaydı, son derece sofistike dans eden abiler, ablalar, kıyafetler sürekli değişiyor, bacak hareketlerini çıplak gözle izlemekte zorlanıyorsunuz, o kadar hızlılar. Şahaneydi yani.

Ee, yeter artık bu kadar turistik tango aktivesi dedik. Hakikaten halkın tango yaptığı bir yerlere gidelim dedik. Şehirde bir sürü "tango club" var. Alelade birini seçtik. Mekana girdiğimizde gözlerimize inanamadık. Kasaba düğün salonu gibi bir yer düşünün, mekan aşırı ışıklı, her iki tarafta sandalyeler sıralı, bir tarafta erkekler, bir tarafta kadınlar oturuyor. Müzik başlayınca, son derece amatör erkekler, bir o kadar amatör kadınlardan birini dansa kaldırıyor.




Her türlü estetik duyguya karşı bu mekanda 30 dakika falan kalıp gidiyoruz. Daha sonra çeşitli "tango club"larında gay tango diye bir hadise aradık, nitekim varmış ama biz bulamadık.

Velhasıl, Buenos'a gelirken de bizi pek sarmayan tango konusundaki fikirlerimiz değişmeden şehirden ayrıldık.

Bu arada, Boca'nın fena halde turistik atmosferine biz de kendimizi kaptırdık. Evet efendim, karşınızda hanım ve diego armando maradona !!!




Salı, Şubat 09, 2010

Argentine Steak !!!

Şahane bir Brezilya-Arj
antin gezisi ardından, Cumartesi 30 derecede İpenema'da güneşlenirken, kafamıza eksi beşi yiyince beynimiz uyuştu, 2 hafta oldu, bırakın blog yazmayı parmağımı kaldıracak halim yok, depresyondayım. Yine de obeziteden kurtulmaya çalıştığım şu günlerde güzel bir et yazısı yazmak bünyeye iyi gelir diye düşündüm. Evet efendim başlıyoruz, Buenos Aires ve etleri.

Kuzuyla yatıp kuzuyla kalkan bir millet olduğumuzdan, yıllar yılı dana ve türevlerine burun bükmüşlüğümüz vardır. En iyi kanıtı valide hanımın daha 1-2 ay önce sarf ettiği "oğlum dananın pirzolası mı olur" lakırdısıydı. Neyse ki, birileri İstanbulluların bu konudaki talebini (!) değerlendirdi, porsiyonu 50 liraya dana bonfile, new york steak falan satmaya başladı da, başımız göğe erdi. Tabi biz aile olarak et ihtiyacımızı daha mütevazi yollardan karşıladığımız için, etten biriktirdiğimiz paralarla Arjantin'e tatile gitmeye karar verdik.

Malum, Arjantinin danası meşhur. Türkler için ilave iyi haber, abiler eti çok pişirmeyi seviyorlar. Benim gibi pişirme sırasında etten kaçacak bir damla suya dahi tahammülü olmayanlar için pek arzulanan bir durum değil ama, her tarafta koca koca mangalların tüttüğü, 750 gramdan aşağı etin rağbet görmediği bir etobur şehirde, çok pişmiş falan demeden, her türlü eti denemek gerekiyor. Ultra turistik Boca semtinde et yiyip sonra koca koca gazetelerde bunu ballandıra ballandıra anlatan gurme amcaların aksine, okuyucuya saygımız olduğundan, şehrin en lüks lokantalarından, sokak büfelerine kadar her yerde et yedik ve sizin için değerlendirdik.

Yaklaşık 18 saatlik bir yolculuktan sonra Cumartesi sabahı Buenos Aires'e vardığımızda, ilk heyecanlı durak olarak gördüğümüz yer, akşam yemeği için gideceğimiz Cabana Las Lilas. Burası Puerto Madero isimli zengin semtinde nehir kenarına konumlanmış bir lokanta. Rezervasyonsuz gidiyoruz, yaklaşık 20 dakika barda bekliyoruz. Şehrin en pahalı lokantalarından biri diye duymuştuk, barda içtiğimiz birer kadeh şarap içimizi rahatlatıyor, o fiyata Nişantaşı'nda ayran içemezsin. Neyse efendim bizi içeri alıyorlar, her yerde olduğu gibi kocaman bir mangal, insanın ağlayası geliyor. Mekan çok ama çok büyük, insanda ister istemez bir yemekhane hissi oluşuyor. Hanım bir t-bone, ben bir antrikot istiyorum. Evet, güzel ama o kadar, atmosfer de sınıfta kalıyor. Geçiyoruz.






İkinci mekanımızın ismi Rio Alba. Burası Buenos'un bar ve lokantalarıyla dolu bir bölgesinde, Palermo'da. Biz de orada kalıyoruz zaten, yüyüyerek lokantaya gidiyoruz. Burası hayallerimize daha yakın, daha küçük, sıcak bir atmosfer, hafiften bir italyan lokantası havası var. Şef garsonumuz gayet ilgili, bu sefer ikimiz de rib eye istiyoruz, et şahane. Bir önce gittiğimiz lokantaya beş basar, şarap fiyatları çok ucuz, nerden baksanız değer bir yer. Ama hayallerimizin eti değil.





Bir sonraki durak biraz tesadüf oluyor. San Telmo'da antika pazarında avare avare geziyoruz. Keyifler süper yerinde, hava limonata gibi, sağdan sold
an tango sesleri geliyor. Birden yağmur bastırıyor, öyle böyle değil, 3 adım bile yürüyemeyecek kadar şiddetli yağıyor. Çok yakınımızda bildiğimiz bir lokanta var, Desnivel. İçerisi ana baba günü gibi. Benim gibi esnaf lokantalarının hayranı olan birini hemen cezbediyor. Son derece samimi bir ortam var. Birer dana bonfile söylüyoruz. İşte bu!! Eti kesince görüntü her şeyi anlatıyor, ortaya doğru pembeleşen bir et (madem çok pişiriyorsun bari böyle görüntü yakala), dişe gelir bir sertlik asap bozmadan yumuşuyor ve ağızda dağılıyor. Her bir lokması ömre bedel. İşin komik tarafı iki dana bonfile, bir şişe şaraba 30 lira (sayıyla otuz) veriyoruz. Ben böyle bir fiyat/kalite dengesi ilk defa görüyorum.



Tam da et yemekten hafiften baymışken, Arjantinliler gibi spor yapalım bari diyerek Reserva Ecologica'ya doğru giderken, bu sefer karşımıza şahane etler satan büfeler çıkıyor. Her birinin mangalı üzerinde 10 kiloya yakın et var, Yarım ekmek arası, istediğiniz eti alıyorsunuz, yan masada garnitürler var, ekmek arasına biraz da baharatlı soğan koydunuz mu, değmeyin keyfinize.




İşte böyle, Arjantin'de tek bir şey yapmaya hakkım olsa kesinlikle Desnivel'de et yemeyi tercih ederdim.


Bu kadar etin üzerine Brezilya'da şu meşhur şişli et lokantalarına pek uğramadık ama usuldendir diye gittiğimiz bir lokantada çektirdiğimiz fotoğrafı koymadan edemeyeceğim.