Salı, Ağustos 02, 2011


Babalar Gününde Nasıl Aç Kaldım

Yaklaşık bir yıldır blog falan hak getire, bir yıldır yazı yazılmayan şeye blog denirse tabi. Blog yazmaktaki amacımı düşünüyorum da, ileride çocuğum olursa annesiyle neler yaptık okur diye başlamıştık, tevekkeli değil bir kızımız oldu blog işlerini bıraktık.


Çocuk bakmak çok zor, bu kız bizi öldürüyor falan demeyeceğim, şeytan kulağına kurşun son derece uslu bir kızımız var, velakin eskisi gibi gergedan peşinde foto safari falan yerine kızımızı evropanın medeni şehirlerinde gezdiriyoruz haliyle anlatacak bir şey çıkmıyor.

Nisan ayında ufak bir Paris seyahatinden sonra ufaklıkla (ismi Ada kendisinin fotoğrafı aşağıda) gezmenin çok sorun olmadığına kanaat getirdik, eh medeni yerlere tatile gidilecek şeklinde bir mutabakat da var, çoktandır istediğimiz İskoçya seyahatine çıkalım dedik.



Londra’daki birkaç gün, özellikle Berna’nın "bulguru da türkiye’den getirdim çocuğuma her sabah taze çorba yapacağım" idealistliğinden yaklaşık üç saat içerisinde "bu organik hippo mamalar da pek şahaneymiş" pragmatistliğine geçmesi sayesinde pek rahat geçti. Akabinde, Edingburga yapılan yine medeni bir tren seyahati ve Edinburg’da geçirilen 1,5 harika gün. Her şey kimseyi ilgilendirmeyecek kadar sıkıcı ve güzel geçiyor. Biraz gurme bir yazı belki sabah kahvaltılarında yenilen ve yürek, ciğer, böbrek kuşbaşının kuzu gömleği içerisine sarılarak yapıldığı “haggis” veya harikulade fume balık tabakları üzerine olabilirdi. Ya da “gavuristanda bebekli ailelere en şahane masalar tahsis edilirken adı bebek olan İstanbul mahallelerinde neden mama sandalyesi dahi yoktur” konulu toplumsal içerikli bir yazı yazabilirdim. Ama kurtarmıyor, o eski tad yok sanki bu anılarda.

Uzatmayalım, babalar günü sabahı seyahatin en heyecanlı bölümünü başlatmak üzere bir önceki gün tatilimize iştirak eden kayınbiraderim ile birlikte araba kiralamaya gidiyoruz. Önce 4 yetişkin iki 7 aylık bebek bir arabaya sığabilirmişiz gibi geliyor sonra bu fikirden hızla uzaklaşıyoruz. Bir bmw 1.18, bir de Peugeot varmış ellerinde, İstanbul’da yaklaşık 30 yıllık bir peugeot 206 kullandığımız için kayınbirader babalık yapıyor, tabiri maruz görün kız gibi bmw’yi bana veriyor. Veriyor da, ben sağdan direksiyonlu arabaları çarpmakla meşhurum (bakınız güney afrika hikayeleri) rutini bozmuyorum daha ikinci kilometrede arabanın sol dikiz aynasını park halindeki arabaya sürtüyorum.

Babalar günü kızımla pek bir mutluyuz, annesi de söz verdi, akşam yemeğini Malaig denilen bir sahil kasabasında daha önceden belirlenmiş bir balık lokantasında yiyeceğiz.

Muradımız, Edinburg’dan yola çıkıp Stirling ve Glen Coe üzerinden Malaig’e varmak oradan Isle of Skye’ın girişindeki otelimiz sadece 30 mil gözüküyor. Dolayısıyla planda hiç bir sorun yok.

Nitekim Stirling ve Glen Coe bölümleri müthiş geçiyor, manzaralar inanılmaz, yeşile doyuyoruz.





Glen Coe’ya geldiğimizde saat neredeyse 6:30, harika bir pub-restaurant tarzı bir yer var, 3 yetişkin burada yememiz gerektiğini söylüyor, iki bebek şaşkın şaşkın bakıyor, ben ise babalar gününde Malaig’de balık yemezsem tatilin geri kalanında surat asmakla tehdit ediyorum herkesi.

Hesap basit, yaklaşık 80 millik bir yol var Malaig’e, 08:30 gibi orada olunacak, şahane bir balık sofrası kurulacak akabinde yola devam edilecek.

Hesap daha baştan tutmadı, yol görsel olarak nefis fakat virajlı, Malaig’e varmamız 09:30’u buldu.

Ufak bir ayrıntıyı atlamışım, Malaig’den karşıya köprü yok, haritada çok ufak bir aralık görünen denizin ufaklığının haritanın ölçeğiyle ilgisi olduğunu anlamak ancak karşımda ufka uzanan deryayı görmemle mümkün oldu. Tabi ki Allahın İskoçyasının kırsalında en son feribot saat 6:30’da, geri dönüp karayı dolansak yaklaşık 250 mil daha gitmemiz gerekiyor, resmen Malaig’de saplanıp kaldık.

Hava kararmamakta ısrar ediyor, ancak kasabada in cin top oynuyor, tam bir korku filmi dekoru. Üstelik balıkçı kapı duvar.

Hiç yapıcı eleştiri çekecek durumda değilim, ayrıca aileden gelen eleştiriler de pek yapıcı değil, en hafifi çoluğu çocuğu aç bıraktın şeklinde.

Bari bize barınacak bir otel, yatacak bir yer bul dedi aile efradı. Bir kaç B&B’de şansımı deniyorum, yer yok. Otele benzer bir şey kasabanın tepelerinden görünüyor. Bir umut otele gidiyoruz, otel tam Jack Nicholson abinin kayışı kopardığı cinsten hiç umursamıyoruz. Resepsiyondaki adam oda başı 100 pound diyor velakin yemek yok, mutfak kapanmış.

Peki, biz bir yemek arayıp şahane otelinize servet verelim mi diye düşünelim diyerek kasabaya iniyoruz. Manzara gerçekten “garip”. Hava bir türlü kararmak bilmiyor, etrafta hiç kimse yok, yaşıtlarımız her şey dahil otel barlarında beleşe mojito içerken biz misafirperverlikten nasibini almamış, tanrı misafirine bir dilim ekmeği çok gören kasaba halkı yüzünden açlıktan öleceğiz.

Açık bir pub görüyorum, alllahın şanslı kuluyum, biranın yanında patates cipsi var, bunlardan 5-6 paket alsak ziyafet olur. Barmene bana patates cipsi satmasını söylüyorum, onlar satılık değil biranın yanında veriyoruz diyor. Ablacım bak Avrupa insanının rijitliği konusunda blog yazısı yazmak zorunda kalmayayım, açım diyorum, neden sonra ikna oluyor, ama birasız patates cipsi satmanın ahlaki çöküntüsü ablanın çehresinden okunuyor.

Patates cipslerini aldık, dolayısıyla akşam yemeğimiz de mevcut, koştur koştur otele gidiyoruz. Resepsiyondaki abi “çok şanslısınız biraz once saat 10’a 10 vardı o yüzden 100 pounddu, halbuki şimdi 10’u 10 geçiyor 80 pound oldu” diyor. İskoç vodvili midir nedir anlamadım, çok üzerinde duracak bir haleti ruhiyede de değilim zaten. Ulan madem böyle bir uygulama var 10’a 10 varken neden söylemedin ya da madem bizim kabul ettiğimizi gördün neden 80 pounda indirdin konusunu bir tartışmaya açarsak muhabbet William Wallace’a kadar gider.

Velhasıl, fıkhi tartışmaları bir kenara bıraktık, kararmamakta inat eden hava ve bu inadın sağladığı ışık oyunlarını seyrederek, minik kızım adanın yoğurdu ve çeşnili patates cipsleriyle babalar gününün son saatlerini geçirdik.