Pazartesi, Aralık 29, 2008

Dining African Style

Tanzanya Arusha'dan Ömer isimli şoförümüz ve Land Rover arabamızla yola çıktık. Önümüzdeki 5 gün Serengeti, Ngorongoro, Terengire ve Manyara gölünde safari yapacağız. İlk günkü durağımız Terengire ama konaklamayı Manyara gölüne yakın bir kasabadaki otel-kamp yeri karışımı bir yerde yapıyoruz. Mekanda bizim için yemek ayarlanmadığını anlamamıza rağmen, Ömer'in "sizi harika bir lokantaya götüreceğim" lafıyla sakinleşiyoruz. Ömer plastik masa ve sandalyelerle dolu, illa benzetmek gerekirse, Türkiyedeki yol üzeri kır lokantalarına benzeyen bir mekana götürüyor. Türkiyeden de tanıdık bir Güney Afrika Şarap markasının bir şişesine, türkiye fiyatının dörtte birini veriyoruz ve yemek gelene kadar "türkiyede şarap fiyatları neden insafsızlık derecesinde pahalıdır?" konulu tartışmayı Ömer'in sıkılan bakışları arasında yapıyoruz.

Birazdan garson masaya bir adet leğen ve bir adet de maşrapa getiriyor, görüntü hiç iç açıcı değil ama Ömer uyarıyor "yemek elle yenecek, elleri yıkamanız lazım". Tamam diyoruz velakin o maşrapadan dökülen suyun herhangi bir eli mevcut halinden daha temiz duruma getireceğine inanmak çok güç.


Öncelikle masaya "ugali" adı verilen ve bütün doğu afrikada sabah akşam yenildiğini öğrendiğimiz bir şey geliyor. Bu "ugali" denilen şey bir tür mısır ile suyun karıştırılması ile yapılıyor. Sağ elinizle çiğ köfte büyüklüğünde bir parçayı topak yapıyorsunuz, sonra ağzınıza atıyorsunuz. Okuduğumuza göre normalde bir sos getirmeleri gerekiyormuş yanına ama sos falan görmedik. Şöyle diyeyim, ben hayatımda bu kadar nötr bir şey yemedim. Ne tatlı ne tuzlu, ne acı ne ekşi, neredeyse hiç bir tadı yok. Zaten Ömer de birazdan tavuk geleceğini ve bu ugali denilen şeyin tavuğun yanında yenilmesi gerektiğini söyledi. Ömer'in dediği gibi birazdan mangalda yapılmış bir bütün tavuk geldi. Eller yağ içerisinde tabi, bir yandan da yağlı ellerle kadeh tutup şarap içmeye çalışıyoruz.



Sırada kızarmış muz servisi var. Öncelikle şunu söyleyeyim, gündüz 13-14 tane muzu Manyara gölü yakınlarında bir pazardan yaklaşık 75 yeni kuruşa satın almıştık, ve hayatımızda yediğimiz en güzel muzdu, hem de hiç bir şüpheye yer vermeksizin. Dolayısıyla beklentimiz yüksek, heyhat, kızarmış muz, o canım muzu iyicene kurutmak içinmiş meğer, tatlı da bizi hayal kırıklığına uğratıyor.

Yemek yine maşrapa-leğen ikilisi ile bitiyor. Ömer sarhoş oluyor, karısının telefonlarını ısrarla açmıyor, bizim de ısrarlarımızla "local people"ın gittiği bar aramak için yola koyuluyoruz. Çabalarımızın sonuçsuz kalması bir yana, bir sonraki sabah Ömer'in somurtmasından anladığımız kadarıyla Ömer karısından fena halde papara yemiş.



Bu anlattığım ugali-tavuk-kızarmış muz üçlüsü Tanzanya'da gerçekten son derece yaygın bir akşam yemeği ritüeli. Biz sadece bir yerde yediğimiz için herhangi bir hükme varmak mümkün değil ama bu "ugali" denilen şeyin nötrlüğünü aklımızın bir köşesine yazıyoruz.

Cumartesi, Aralık 27, 2008

CEHALETİN BU KADARI

Yavaş yavaş Tanzanya anılarını anlatmaya başlayalım. 6 gün safari yapıp bir iki gün de Zanzibar Stone Town'da müslümanın elinde tropik ada nasıl oluyormuş kültürel gezileri gerçekleştirince, 3-5 gün bir sahilde yatmanın bizim de hakkımız olduğuna karar verdik.


Zanzibar adası uzunluğu 100, genişliği 35 km olan oldukça büyük bir ada. Çeşitli yönlerinde sahiller olan adada, sahillere 1,5-2 saat süren dolmuş yolculukları sonrası varabildiğiniz için bir gün orda bir gün burda yapmak "sahilde yatma" konseptine aykırı, üstelik sahiller arası direk ulaşım olmadığı için stone town'da dolmuş değiştirmek zorundasınız, bir sahilden diğerine yolculuk 4 saati buluyor bu nedenle. Bir kaç sahil eksik görelim, gerçekten yatmak istiyoruz dedik ve çeşitli araştırmalardan sonra adanın kuzey kesimindeki Nungwi köyüne gitmeye karar verdik.

Stone town'dan dolmuşumuza bindik, dur kalk, 2 saati buldu yolculuk. Dolmuş önce köye girdi, bayağı Tanzanya köyü, sadece burayı görseniz ön tarafta tropik bir sahil olduğuna inanmanız mümkün değil. Biz de inanmıyoruz zaten. Velakin köşeyi dönmemizle birlikte gayri ihtiyari bir "oha" sesi yükseliyor bünyeden. Ben hayatımda böyle bir renk görmedim, müthiş bir turkuaz manzarayı domine ediyor. Sahilde beklenildiği üzere palmiyeler var, bungolovumuz da sahilin bittiği yerde, kapıdan çıkıp denize girmek için takribi 15 adım atmanız gerekiyor.



Keyfimiz ziyadesiyle yerinde. Saat 10 olduğundan, daha oda yeni boşaltılmış, temizlik vs. için bizden izin istiyor otel çalışanları, temizlikti, odaya yerleşmeydi, mayo giymeydi falan derken saat 12:30 oluyor. Mayolar üzerimizde, kapıyı açacağız ve denize gireceğiz. Kapıyı açıyoruz ama o da ne, deniz yok. Vallahi billahi deniz yok, biraz dikkatli bakınca denizin 150 metre kadar ileride olduğunu görüyoruz. E artık o kadarına aklımız eriyor ve ilkokul 2 hayat bilgisi dersi "gel-git" bölümünü hatırlıyoruz.




Ne yapalım diyoruz, sorun yok sonuçta, hem bir anda 150 metre genişliğinde beyaz bir kumsalımız oldu. Birer şezlong kiralıyoruz, hemen denize koşturmaya başlıyoruz. İlginç olan denizde kimse yok. Öğlen vakti, bilinçli Tanzanyalılar tercih etmemiştir diye düşünüyorum. Solumuzda ayağını acıyla tutarak yatan bir turist var, ona da dikkat etmiyoruz, tek dileğimiz denize girmek.

Denize geldiğimizde büyük hayal kırıklığına uğruyoruz. Her taraf büyük taşlarla kaplı, deniz bir türlü derinleşmiyor ve taşların arasından yürümek çok zor. Deniz dizimize kadar gelmişken, ilk bağırtı berna'dan geliyor, ayaklarını yerden kesip yüzmeye çalışıyor ve ayağını kaldırıyor. Ayağının altında 3 adet deniz kestanesi dikeni var, dikenlerin boyu hiç görmediğim kadar uzun, yaklaşık 10 cm boyundalar, çıkarmaya çalışıyorum, tabi uçları bernanın ayağının içinde kırılıyor. O sırada düşman deniz kestaneleri bana da topuktan saldırıyorlar. Bir tanesi de ayağımın altına hücum ediyor. O garip, diz boyu suda deniz kestanelerine basmamak için yüzmeye çalışıyoruz ama halimiz içler acısı. Yenilgiyi kabul etmek lazım, kestaneler bizi püskürttüler, ayağımızda fena bir acı seke seke şezlonglara geri dönüyoruz.

Canım fena halde sıkkın, yıllar önce ayağıma deniz kestanesi battığı zaman, ucu ısıtılmış iğneyle nasıl çıkarttıklarını düşündüğümde içim ürperiyor. Ayrıca bir değil iki değil, bende 4, berna'da 3 tane diken var. Yanımıza hemen tanzanya'nın güzel insanlarından biri geliyor, jambo diyor (swahili dilinde merhaba demek) isterseniz dikenleri çıkartabilirim. Çok çaremiz yok, okey diyoruz. Gidip papaya meyvesi getiriyor, tırnaklarıyla meyveye çentikler atıp sütünü çıkartıyor ve sütü dikenlerin bulunduğu yerlere sürüyor. "2 saat ayağınızın üstüne basmayın, sonra dikenler kendiliğinde çıkar" diyor. Saat 1 güneş tepede, bir yandan "böyle mi olacaktı, tropik diye geldik, deniz çekildi, biz sadece öğleden önce mi denize gireceğiz" diye düşünüyoruz, bir yandan da bizi korumayan şemsiyenin arasından gelen fecaat güneşin altında şıpır şıpır terliyoruz. Ayağı basmak da yasak, bir an orada kavrulup ölecekmişim hissi yaşıyorum.

Saat 3 oldu, artık ayağımızı basabiliyoruz, deniz de geri geliyor (bir an şanslı olduğumu düşündüm sonra allahtan ilkokul 2'yi okumuşum, bunun doğal bir olay olduğuna karar verdim), denize giriyoruz, deniz şahane, en ufak bir sorun yaşamıyoruz. Saat 4 oluyor, şezlongçu geliyor, birazdan buraları su basacak şezlongları toplayacağız diyor. Saat 5 gibi artık şezlongların olduğu yer, deve güreşi oynanacak derinlikte bir deniz haline gelmiş durumda. Çarpışarak çekiliyoruz ve saat 7'ye kadar denizin keyfini çıkarıyoruz.

Uzun lafın kısası, okyanusta denize girecekseniz veya sahili kullanarak bir yerden bir yere gidecekseniz, bu deniz ne zaman gelir, ne zaman gider öğrenmekte fayda var. Bir de kimse denize girmiyorsa, bunu yerel halkın denize doymuşluğuna vermeyip sebebini öğrenmek lazım.

Cuma, Aralık 12, 2008

Ronaldinho'dan Rumba Dersleri





Ronaldinho'dan Rumba Dersleri

Bayağı eski bir hikaye. Aklıma geldi yazayım dedim. 2006 Mayısında Berna ile birlikte Küba'ya gitmiştik. Bir iki gün de Trinidad şehrinde geçirdik. Şehir komple Unesco Dünya Mirası Listesinde ve karayiplerle ilgili aklınızdaki bütün klişeleri içerisinde barındırıyor. Şehrin çok yakınlarında müthiş tropik plajlar mevcut, merkezde ise kolonyel mimarinin tipik örneklerini, derme çatma küba evlerini, sokakta oynayan melez çocukları, yatak odalarındaki karyolanın üzerine serdikleri onlarca puroyu satmaya çalışan adamları rahatlıkla görebilirsiniz. Şehrin meydanında akşamları neredeyse tüm şehir halkının iştirak ettiği konserler düzenleniyor, sere serpe insanlar, kenarda mojito satıcıları, çoluk çocuk hayatın keyfini çıkarıyorlar.


Böyle bir gece konser alanında Bernayla biraz müzik dinleyip bir kaç kadeh de mojitoyu bünyeye yuvarladıktan sonra şehrin sokaklarında dolaşmaya başladık. Ara sokaklardan birinden bir ses yükseliyordu. Karayip orkestrası tınıları geliyor ama ortada bara benzer bir şey yok, sadece derme çatma bahçeli evlerin duvarlarını görüyoruz. Sesin geldiği yer de böyle bir evin bahçesi, kafamızı kapıdan içeri uzatıyoruz. 4-5 kişilik bir orkestra müzik yapıyor, evin "reisi" üst taraf çıplak alt taraf şort, bahçe kuyusundan kovayla çektiği suyu başından aşağı boca etmekle meşgul, iki tane uzun, tahtadan yapılmış oturma yeri var, bir kaç turist ile mah alle sakinleri katlandı.

Müzik grubu performanslarını bitirdi, o sırada bahçeye ellerindeki enstrümanlardan müzisyen olduğu anlaşılan başka tipler geldi. O an gözlerime inanamadım, müzisyenlerden birisi bariz ronaldinho'ya benziyor. Tabi bu benzetmede içtiğim sayısız mojitonun da etkisi var, fotoğraflara baktığımda sonradan o kadar benzetmedim ama, o an için ronaldinho konser verecek hissi geldi bana. Berna'ya söylüyorum, "ronaldinho kim?" diyor, ben ısrarla gözlerime inanamıyorum.


O şevkle coştuk da coştuk, daha ilk şarkıda hemen Berna'yla ortalara atıldık, kendimizce latin dansı icra ediyoruz. Evin hanımıyla beyi olmaz dediler, bu ne biçim dans. Beni evin hanımı aldı, berna'yı az önce kafasından bir kova su boşaltan evin beyi, bize latin dansının inceliklerini öğretiyorlar. Sonra ronaldinho da bir takım teknikler öğretmek için işe karıştı. Evin hanımı mojitoyu dayadıkça dayıyor, el ayak da çekilmeye başladı, ronaldinho abi, biz, birkaç müzisyen ve ev sahiplerinden gayri kimse kalmadı. Elimize birer ritm aleti tutuşturdular, birlikte bir şarkı icra edeceğiz. Benim elimdeki balkabağından şıkı şıkı bir sesler geliyor ama ritm tutturabildiğim konusunda ciddi şüphelerim var. Yine de şarkıyı sonuna kadar çaldık.

Süper keyifli bir geceydi bizim için, şu an yazarken bile çok keyif aldım.