Salı, Kasım 10, 2009

Beyrut Mezeleri

29 Ekim'de Beyruttayız. İki üç yıl önce de niyet etmiştik, hatta biletleri bile aldık ama gitmeye bir hafta kala Refik Hariri Havaalanından şehre giden yollarda Hizbullah taraftarlarının lastik yaktığını, şehirde ufak çaplı bir iç savaş çıktığını görünce vazgeçmiştik.

Beyrut biraz ilgilenen herkesin hayalindeki kadar klişe, hiç bilmeden önyargılarına kapılan geri kalan çoğunluğun hayalindekinin ise tam tersi bir yer. Yıllarca süren iç savaşın izlerini sadece lüks apartmanların arasında kalmış, yeniden yapılmayı bekleyen metruk binaların üzerindeki kurşun deliklerinden, bomba kalıntılarından anlıyorsunuz.

Şehir merkezi gerçekten tarz Beyrut Amerikan Üniversitesi gençliğinin fink attığı kafeler, lokantalar ve nargilecilerle dolu. Tabi biraz şehir merkezinden ayrılıp özellikle Hizbullah sempatizanlarının yoğun yaşadığı fakir mahallelerine gittiğinizde durum değişiyor ama yazımızın konusu bu değil. Konu bu değil tabi ama bir kaç fotoğraftan zarar gelmez.





Bekaa vadisi ve Byblos'a yapılan günü birlik seyahatleri saymazsak 3 günlük tatile meze yemek için geldik. Bildiğiniz üzere, özellikle Antakya civarındaki o harika mezelerin çoğunun orjini Lübnan ve Suriyedir. Teori böyle, pratik de pek farklı değil. 3 gün boyunca yediğimiz mezeler hep tanıdığımız, nohutlu, patlıcanlı yoğurtlu mezelerdi ama Antep civarında 2, Antakya civarında 1,5 ay geçirmiş biri olarak çok rahatlıkla söyleyebilirim ki yediğimiz her şey en az 2-3 gömlek üstündü bizimkilerden.




Ayrıca artık her yerde anlattığım bir hadise var, biliyorsunuz, biz rakı içeriz, yunanlılar uzo, ortadoğulular ise arak. Beyrutta gittiğimiz her yerde istisnasız olarak arağımız bardağımızda bitmeye yüz tutunca, garson koşarak geliyor ve bardağı değiştiriyordu. Şimdi bir düşünün bakalım, İstanbul'da kaç mekanda rakı biterken bardak değiştirilir? Onu bırakın, talep edince garsonun yüzü buruşuyor vallahi.


Çok övdüm bu Beyrut'u, biraz da dalga geçelim. Bir kaç kişi bize "Dünyada üç büyük mutfak vardır, Fransa, Çin ardından Lübnan gelir" dedi. Tanıdık geldi mi?


Sübye Yumurtasının Peşinde

Peder beyi ziyarete yılda 3-4 kere Bodrum'a gidiyoruz ama anlata anlata bitiremediği sübye yumurtasını yemek bir türlü nasip olmamıştı.

Bu sefer ekim ayının ortalarındayız, esasen Bodrum'un en güzel günleri. Kuru kalabalık gitmiş, bir de hava iyi olsa. Cumartesi sabah fena yağmur yağıyor. Bizim planımız ise Bodrum'a inip babamın balıkçı arkadaşı Ali Kaptan'da meşhur sübye yumurtasını yemek.

Efendim bu sübye dediğiniz şey bildiğiniz üzere, ahtapot ve kalamar familyasından gelen bir yaratığımız. Şahsen iyi yapılmış bir ahtapot veya kalamar ızgaranın hastasıyım ama sübye maceram hanımla bir kere yediğimiz ılık sübye mürekkebi çorbası ile sınırlı (vay be çorbaya bak!!).

Sübye yumurtası ise her sübyeden bir adet çıkan protein bombası bir hadise imiş. Göreceğiz. Öncelikle pederin komşusu Aytekin abiden sübye yumurtalarını temin ediyoruz. Buzhane olduklarını belirtmeliyim ama çok takılmıyorum. İşte babam ve sübye yumurtaları.

Akşam Bodrum meyhaneler sokağındayız. Gariptir, ben burayı bilmiyordum. Bir tarafta meyhaneler, bir tarafta balık satıcıları var. Balığınızı kiloyla alıp, karşıdaki meyhaneye oturuyorsunuz. Ekim ayı ortası olmasına rağmen sokak tıklım tıklım. Balıklar buzhane de değil, bayağı taze görünüyorlar. Dolmuşla gelirken cebimize tıkıştırdığımız sübyeleri de ustaya teslim ediyoruz.

10-15 dakika sonra, ilk duble rakılar yarılanmış iken, meşhur sübye yumurtası geliyor. Güveçte terayağ ile çevirmişler. Tadı için Berna'nın bulduğu kelime cuk oturuyor, sübye yumurtasının gerçekten "tok" bir lezzeti var.


Esasen bu protein bombasından 1-2 tane yemek lazımdı, ama bol bulduk mu ne yapacağımız belli, adam başı 7-8 tane yedik. Çoook uzun aradan sonra masada bana fenalık geldi. Yarım saat kadar süren dengeli meze diyetinden sonra kendime geldim ve masaya tam kapasite dahil oldum. Söylememe gerek yok balık şahaneydi, hava limonata gibiydi ve Bodrum her zamanki gibi keyif verdi.