Perşembe, Eylül 17, 2009

Chianti'nin Nesi Meşhurdur? Tabi ki Kasabı

Uzun İtalya tatilimizin ilk bir kaç gününde Venedik ve Floransa'da rönesansa doyduktan sonra, dünyanın en kafası çalışmayan görevlisinden 1.5 saatte araba kiralayıp kendimizi Toscana yollarına vurduk. Hakikaten ününü hakedecek kadar güzel manzaralara sahip, üzüm bağları, zeytin ağaçları, şatolar, şarap tadım mekanlarıyla bezeli, hedonistin rüyası bir bölge Toscana. Arabayı Floransa'dan kiraladığımız için Toscana'nın bize en yakın bölgesi Chianti. Hani şu şarabı meşhur Chianti. Aslında söylemeye gerek yok, bilen bilir zaten, bu chianti bölgesinden öyle üst düzey şarap falan çıkmaz, alelade günlerde içebileceğiniz, keyifli, genç, düzgün şaraplar yapıyorlar ama.

Şarabı harcıalem, velakin kasabı öyle değil chianti'nin. Zaten bu Toscana'nın etiyle Floransa'da meşhur "Floransa Bifteği" sayesinde tanıştık. En az bir kiloluk bu şahane T-Bone Steak'lerden bir tanesiyle iki kişi rahatlıkla doyuyorsunuz. Kasaptan almaya kalkarsanız aşağıdaki gibi bir görüntüsü var.

Neyse uzatmayayım, tatilin başından beri sayıkladığım iki "et mabedini" (lonely'nin çok sevdiğim deyimiyle meatlover paradise) görme fırsatını Chianti'de yakaladık.

Birinci durağımız Dario Ceccini'nin mekanı. Dario abi yaklaşık 200 yıldır Panzano isimli küçük bir Toscana kasabasında kasaplık yapan bir aileye mensup. Gerçek bir et aşığı, aşkının boyutlarını aşağıdaki fotodan anlayabilirsiniz.


Öğlen yemeğini Dario abinin mekanında yiyeceğiz. Aslında akşam yemeğini tercih ederdik ama Dario ekabir bir İtalyan olduğu için neredeyse haftanın üç günü mekan kapalı.

Gidiyoruz, iki tane uzun masa var, insanlar yan yana oturuyorlar. Dario yok galiba, bize servis yapan amca Dario'nun uzaktan akrabası gibi duruyor veya Dario çok yıpratmış kendini.

Çok şeker bir amca, sürekli şakalar yapıyor. Önce masaya havuç ve çeşitli yeşillikler geliyor. Küçük bir kapta zeytinyağı, deniz tuzu ve balzamik sirke karıştırılıyor, sosa çiğ sebzeleri banarken etinizi bekliyorsunuz. Müthiş bir fiks menü öğlen yemeği yedik, kelimeler kifayetsiz kalıyor o yüzden fotoğraflardan yardım bekliyorum.




Öğlen şarabımızı ve etimizi almış olarak, hafif mayışmış bir vaziyette otelimize gidiyoruz. Otel neredeyse ayrı bir yazı konusu, 80 euro'ya böyle bir otelde kalınca insanın aklına
Alaçatıdaki butik otellerin verdiği fiyatlar geliyor, gülümsemekle yetiniyorsunuz.

Mayışma faslını atlattıktan sonra bu protein dolu günün ikinci faslına geçiyoruz. İstikamet Greve kasabası. Aslında iki hafta sonra gelseydik Chianti şaraplarıyla sokakların süslendiği Avrupa'nın en ünlü şarap festivallerinden birine denk gelecektik ama ne yazık ki efsane kasap Antica Macceleria Falorni ile yetinmek zorunda kalıyoruz. Adamlar 1729'dan beri burada kasaplık yapıyorlamış, Fransız İhtilalinden ve Şekerci Hacı Muhiddin Ali Bekir'den daha eski bir mekan ilk defa görüyorum. Berna'yla birlikte içeri giriyoruz. O salam ve salam benzeri şeylere özgü koku üst düzeyde. Burası gerçekten bir et sever için cennet. Tavandan sarkıtılmış domuz bacakları, 1,5-2 kiloluk t-bone steak'ler, binlerce çeşit salam neredeyse bir vejeteryana pornografik gelecek kadar aşırı. Küçük bir kasap olmasına rağmen takriben yarım saat geçiriyoruz.


Böyle etobur bir günle başlayan Toscana günümüz son anına kadar hedonizmin doruklarında geçti ve damaklarda hoş bir rayiha bıraktı.








Çarşamba, Eylül 16, 2009

İki Efsane Bir Hayal Kırıklığı

İtalya seyahati nedeniyle önümüzdeki bir kaç blog yazımızda yok gergedanlar kovaladı, yok babunlar yemeğe saldırdı şeklinde maceralar olmayacak ne yazık ki. Rahatı bulduk, kendimizi çok fena yeme içmeye verdik. Zaten bloğumuz da yavaş yavaş yemek bloğuna dönüşmeye başladı, ne yapalım, hayatın doğal akışı.

İtalya'yla ilgili ilk yazı, iki efsane mekanla ilgili. Bunlardan birincisi Milano'daki Peck. Burası İtalya'nın en ünlü şarküterilerinden biri. Özellikle 300 küsur çeşit Parmesan peyniri ile meşhur. Milano'nun öğle sıcağı tatilin ilk günü olmasına rağmen sinirlerimi kaldırmışken, üstelik "medeni bir yere geldik, katedral görmekten içimiz bayılacak" hezeyanları yaşarken, Peck bana gayet iyi geldi. İçeride muazzam bir peynir kokusu ve koca koca parmesanlar mevcut, bir yandan da italyan salamları, prosciutto'lar göz dolduruyor. Ne yazık ki içeride fotoğraf çekimine izin vermiyorlar, dışarıdan şöyle bir görüntüsü var mekanın.





Neyse, bu Peck'in ikinci katındaki lokantada bir masaya yerleştik, şarabıyla, peynir tabağıyla, servisiyle gayet tatmin edici bir öğle yemeği yiyip, Peck'in ismini hak ettiğine kanaat getirerek mekanı terk ettik.

İtalya'da ikinci durağımız olan Venedik'te ne yazık ki efsaneler konusunda şansımız yaver gitmedi. 18 yaşından beri özenti mi dersiniz merak mı bilemem, gurme amcaları takip etmeye çalışan bendeniz hep bir Harry's bar efsanesiyle büyüdüm. Gerçekten de bir nesil, daha İstanbul'da nerde iyi döner yenir bilmezken, Venedik Harry's Bar'ın carpaccio'nun mucidi olduğunu öğrenerek büyüdü. Mekanda, aynı anda farklı masalarda oturan çok sayıda kraliyet üyesi hikayeleri mi istersiniz, carpaccio dışında bellini başta olmak üzere bir sürü kokteyli keşfettiklerini mi, hepsi Harry's Bar'da mevcut.

Daha önce Venedik'e bir kere gitmiştim, 20 yaşındaydım, bırakın Harry's Bar'ı, 8 kişilik yatakhaneye verecek param olmadığından San Marco meydanında uyumak zorunda kalmıştım.

Gün bu gündür dedim, ben de gurme amcalarım gibi Harry's Bar'ı görecektim. Hanımla birlikte mekanın kapısına dayandık. İçeri girmemizle birlikte hafiften bir hayal kırıklığı başladı. Son derece sıradan bir görüntüsü olan mekanda burnundan kıl aldırmaz bir garson gelerek "ne yazık ki şortlusunuz, barda oturamazsınız, sizi yukarı alalım" dedi. Eyvallah dedik, mekana saygımız var ancak dediğim gibi bar zaten boyası 5 sene önce yapılmış mahalle kahvelerine benziyor, yukarısı nasıl acaba. Bizi ikinci katta, tuvaletle ana salonun arasında, ince uzun, bir kaç kavun içi kirli örtülü masanın bulunduğu, hol desem değil, oda desem hiç değil bir yere aldılar. Gitme kararını o an vermek lazımdı ama işte hem basiret bağlanması hem yıllarca maruz kalınan batı özentisi eğitim masaya oturmaya mecbur etti. Fotoğraf çekmek yasak tabi, zaten bu yasak iyi olmuş işletme açısından, iç mekanın fotoğraflarını gören hiç bir aklı başında insan buraya adımını atmaz.


Birer Bellini istedik. Babalar keşfetmiş bu kokteyli zamanında, köpüklü şarap ve şeftali suyu ile yapılıyor. Bellinilerimiz, tabi ki hiç bir özelliği olmayan pazar bardaklarında geldi. Üç yudum bir şey koymuşlar zaten. Ödediğimiz hesaba hiç değinmek istemiyorum, tam bir insanlık ayıbı.

Şimdi ben çok merak ediyorum, bu yeme içme sektörüne hakim amcalar, hakikaten burayı görüp de mi yazmışlar, yoksa italya'yla ilgili her ortalama yeme-içme dergisi/kitabında bulunan bilgileri derleyip yıllarca önümüze mi sürmüşler.


Bir kaç dış mekan fotosu çektim aslında Harry's Barda ama canım hiç koymak istemedi şimdi bloğa. İyisi ben bu umutsuz yazıyı daha güzel bir fotoyla bitireyim. Evet efendim, karşınızda Venedik, güneş daha yeni doğmuş.