Cumartesi, Eylül 04, 2010

Dubrovnik'de 7 Gün
Berna'nın hamileliği sorunsuz devam ediyor. Kısıtlar belli, tatile çıkacaksın, her gün yatmayacaksın çünkü bize göre değil ancak fazla da bünyeyi yormayacaksın. Şöyle bir haftalığına Dubrovnik'e gidelim dedik, Berna'nın koşullar son derece makul, "Dubrovnik'i merkez yaparız, günü birlik sağa sola gideriz, baktım yoruluyorum otelin plajında yatarız". Anlaşma makul da, beni hafiften bir korku almadı değil, küçücük şehirde 7 gün ne yapacağız diye. İleride bizim durumumuzda Dubrovnik'de 7 gün geçirirseniz işte size tur programı (!).

1. Gün Pazartesi : Dubrovnik'ten hızlı feribotla yaklaşık 1,5 saat uzaklıktaki Mljet'e gitmek için sabahın kör vakti kalktık. Feribot saat 9:15'de, limana 8:30 gibi vardık. 2 km uzunluğundaki bilet kuyruğunu görüp, galiz bir küfür ettik. Daha önceden bilet alma imkanının bulunmadığını, sonraki gün ise feribotun sabah 8'de kalktığını, bilet bulmak için en geç saat 7'de gelmek gerektiğini öğrenince, galizlik seviyesini artırarak tekrar küfür ettik. Hemen programı değiştirdik, saat 9:45 vapuru ile Lopud adasına gittik.

Bu Lopud adası gerçekten takdire şayan, bizim prens adalarına benzeyen bir havası var, adada motorlu araç yasak, ulaşım ya tabana kuvvet ya da elektrikli minik arabalar ücreti mukabili vapur iskelesinin yakınından adanın diğer tarafındaki sahile ring yapıyorlar. Turizm ofisindeki eleman sahil yürüyerek 15 dakika deyince, bir de olması gereken yerde minik araba göremeyince, narşap bilinçsizliği baş gösterdi, öğlen 12 sıcağında yürümeye karar verdik. Sürpriz, yol ciddi yokuş.





Zavallı karım, kaderine lanet okuyarak oflaya poflaya yaklaşık 40 dakikada
parkuru bitirdi. Hediyesi hiç fena değil, sahil güzel, bir de tamamen gölge bir mekan buluyoruz, keyfimize diyecek yok. Ama bilinçsizlik nedeniyle başımıza bir iş geleceğinin sinyalleri mevcut, dur bakalım...




2. Gün Salı: Takipçi ve inatçı bir aileyiz, öyle bir gün kuyruk görüp yılaca
k bir durumumuz yok, ertesi gün sabah 6:45'de bilet kuyruğundaki yerimi alıyorum, erken kalkan çok yol alır, bilet almaya muvaffak oluyoruz. 1,5 saat yoldan sonra Mljet'deyiz. Bu Miljet'in alameti farikası denizle birleşen iki adet göl. Etraf yemyeşil, hava serin, manzara nefis, narşap ısrarı devam ediyor, göl kenarında hamile karımla birlikte yaklaşık 1,5 saat yürüdükten sonra, küçük bir otelin kafesine konuşlanıp, kafenin önünde bütün gün denize giriyoruz. En büyük hayal kırıklığını ben yaşıyorum, adada dillere destan bir lokanta var, Stermasi diye. 2 saat önceden telefon ediyormuşsunuz, size 2 saat boyunca kömür ateşinde pişirdikleri ahtapotu servis ediyorlarmış. Velakin burası adanın tamamen ters tarafında, feribottan başka bir limanda inmek gerekiyormuş. Bilinçsizlik ahtapot ızgara konusunda bir blog yazısı yazmamı engelliyor. Ama adayı çok beğeniyoruz, ısrarla tavsiye ederiz.







3. Gün Çarşamba: Araba kiralıyoruz, Mostar'a gideceğiz. Akabinde de Blagaj tekkesini ve Kravice Şelalelerini görüp Dubrovnik'e geri döneceğiz. Yaklaşık 2,5 saatte Mostar'a varıyoruz. Hava sıcaklığı 70 derece falan herhalde. Meşhur mostar köprüsünün üzerinden bir abi gösteri atlayışı yapmaya yeltenmiş. Benim sevgili karım, atlayışı fot
oğraflayacağım diye ısrar ediyor. Dikkatinizi çekerim kendisi 5 aylık hamile, hava sıcaklığı 70 derece. Aksi gibi adam atlamadan önce bir kaç tur daha para toplamaya çalışıyor, süreç 15-20 dakikayı buluyor.





Adamcağızın fotosunu çekip başımız göğe erdikten sonra serin bir yer bulup cevapcici (bizim inegöl köfte gibi bir şey, sadece bir yerde yediğim için iyidir kötüdür yorumu yapmayacağım) yiyoruz. Sıcaktan korunmaya çalışara
k bu sefer blagaj tekkesine giderken bilinçsizlik sonunda bize pahalıya patlıyor. Bernanın burnu kanamaya başlıyor, arabanın içindeyiz, hemen makul bir yerde duruyoruz, Berna'nın üzerinde bembeyaz bir elbise var, neredeyse tamamen kan olmuş durumda. Hamilelikte burun kanamasının normal olduğunu bilmemize rağmen panik olmamak elde değil. Durduğumuz yer bir salça fabrikasının önü, içeri giriyoruz, peçete falan istiyoruz, dediğim gibi görüntü trajik beyaz elbiseli hamile bir kadının her yeri kan içerisinde kalmış. Bizi gören bir araba da durmuş, bereket içindekiler yarım yamalak ingilizce konuşabiliyorlar. Önce kanı durduruyoruz, sonra bosna'nın güzel insanları bizi sağlık ocağına götürüyorlar, tansiyon ölçülüyor, bir sorun yok. Allahın unuttuğu bir kafede serinlik bir yer bulup yarım saat kadar dinleniyoruz. Tabi ki söylemeye gerek yok, tekke ile şelale badem oluyor. Böylelikle hamileyken öğlen sıcağında 40 dakika mostardan atlayan adam fotosu çekmek için beklenmeyeceğini öğrenmiş oluyoruz.



4. Gün Perşembe: Orebic isminde bir sahil kasabasına gitmeye karar veriyoruz, yol yaklaşık 2 saat. Son bir saaati şahane üzüm bağlarının arasında geçiyor. Orebic
'e varınca şansımızı önce halk plajında deniyoruz, fakat ne yazık ki şemsiye gibi bir imkan mevcut değil. Avrupa'dan ortadoğu'ya doğru giderken plajlardaki konforun artması hadisesi ayrı bir yazı konusu ama söylemeye gerek yok, serdar ortaçlı, girişin 50 lira olduğu plajlar avrupa'da genelde mevcut değil. Tamam güzel de, insan en azından bir şemsiye kiralama hizmeti koymaz mı, bu kadar mı komünizmden kurtulamadınız?

Bir önceki günden güneşin altında kalmamamız gerektiğini öğrendiğimizden rotayı civar otellerin plajlarına kaydırıyoruz. Gözümüze kestirdiğimiz bir otelin önündeki bekçiye "pardon plajınızdan yararlanabilir miyiz" diyorum, adam soruyu ve konsepti anlamıyor, garip gözlerle tabi ki yararlanabilirsiniz orası plaj diyor. Adama "abicim bizim ülkede sahilin önünü mesken tutmuş bodyguard'a kıyılar kanunu desen temiz bir sopa yersen" diyemediğimden gülümsemekle yetiniyorum. Plajda nefis bir incir ağacı bulup gölgesine konuşlanıyoruz. Akşam yemeği için istiridye cenneti Ston kasabasına gidiyoruz. Kapetanova Kuca'da istiridye başta olmak üzere nefis deniz ürünleri yiyip, "türkiye'de kabuklu deniz ürünlerinin kıtlığı ve demokrasi"konulu bir sohbet gerçekleştiriyoruz (beyaz türk adeti hep bunlar).







5. Gün Cuma: Karadağ'a gidiyoruz. Pek anlatacak bir şey yok, Kotor körfezi şahane, Budva sarıgermeye benziyor.





Dönüşte gümrükte bir saat bekleyip, gece 10 gibi küçük sahil kasabası Cavtat'a varıyoruz. Güzel bir balık lokantasında gayet başarılı bir midye yerken "türkiye'de neden midyenin içine pilav konur ve bunun demokrasiye etkileri nelerdir?" konulu başka bir beyaz türk muhabbeti açıyoruz.



6. Gün Cumartesi : "Yahu hanım, biz Dubro
vnik'e geldik, 5 gündür neden eski şehri gezmiyoruz" sorusuyla kendimize geliyoruz. Öncelikle şunu belirtmek isterim, kişisel olarak birbiriyle son derece uyumlu, mebzul miktarda kilise barındıran tamamen taş yapılardan oluşmuş Avrupa şehirlerinden içime fenalık geldi. Ancak hakkını yemeyelim, Dubrovnik gerçekten çok güzel bir şehir. Biraz disneyland havası var, şehir tıklım tıkış turist dolu zaten. Yemekler vasat, içkiler vasat, genel olarak her şey vasat.








Yine de iki adet kaçırılmaması gereken mekan var. Birincisi Lokanda Peskarija. Önünde her daim anormal bir kuyruk var. İnanmıyorsanız aşağıdaki resimde kuyr
uğu görebilirsiniz.






Kuyruk bana zamanında Sovyetler Birliği'nde İzvetsia gazetesinin Paris Fouchon'daki noel kuyruğunu resimleyip altına "gördüğünüz gibi kapitalistler de yemek için kuyruk bekliyor" başlığını atmasını hatırlatıyor (aslında öyle bir şey hatırlatmadı ama buraya yazınca çok havalı oldu). Kuyruğu bekliyoruz mecbur, beklediğimizden kısa sürüyor, akabinde şahane bir midye yiyoruz. Israrla tavsiye ederim.











Akabin
de yine bir olmazsa olmaz mekana gidiyoruz, Buza bar. Şehir surların hemen dışında, surlara açılmış küçük bir geçitten geçerek merdivenlerden aşağıda iniyorsunuz ve harikulade bir manzara sizi karşılıyor.






7. gün Pazar: Yeter ama karım hamile, dinlenmek onun da hakkı. Otelin plajında 4-5 saat geçirdikten sonra havaalanına gidiyoruz.

Pazar, Temmuz 11, 2010

Kapalıçarşının Sağı Solu

Berna hamile olduğu için bu seferki tatilimizi 1 hafta Göcek'te yatarak kullandık. Yatarsan blog yazamazsın tabi, Göcek'in nesini anlatayım? İstanbul'da da gittiğimiz yerler zaten internette 40 defa üzerinden geçilmiş, ilave her kelimenin israf olacağı mekanlar. Dolayısıyla blog bana ben bloga bakıyordum uzun süredir.

İmdadıma Kapalıçarşı yetişti. Bu aralar iş için birkaç kez yolum Kapalıçarşı'ya düştü, işin erbablarından esnaf nerede kayıntı giderir öğrendim. Aşağıda anlatacağım üç yeri de yazmaya hiç niyetim yoktu, nasıl olsa o kadar gurme amca var, internette 1.000 tane yorum vardır diye düşünüyordum. Bir gün tesadüfen internette arayayım dedim mekanları, inanılır gibi değil ama mekanlarla ilgili internette pek bir şey yok. Demek ki gurme amcalar, boğaz kenarında tempura yemekten vakit bulamamışlar, buraları atlamışlar.

Efendim, ilk mekanımızın adı Rejon. Nerede demeyin, Kapalıçarşı'nın içerisinde olduğunu söyleyebilirim sadece, gittiğinizde sora sora bulursunuz. Mekanın alameti farikası kilis tava. Daha önceki "tepsiye et basmak" yazısında bir benzeri detaylı olarak anlatılan kilis tava esasen tepsiye yerleştiren satır kıyması ve birtakım başka malzemenin (soğan, domates vb) fırına verilmesiyle yapılan bir yemek. Antakya'da lahmi sini denir, Kilis'de kilis tava, başka bir sürü yerde de başka başka isimler alır. Temel prensip aynıdır, Güneydoğu Anadolu'da çoğu yerde, manav, fırın ve kasap yanyana bulunur, manavdan zerzevatı, kasaptan kıymayı alırsınız fırında yaptırırsınız, haftada bir kaç defa bu ritüelin gerçekleştiği aileler vardır. Ben de en az 20 kere yemişimdir bu fırın yemeğini. Yalnız "kilis tava"nın genelde en büyük sorunu, fırının doğru ayarlanmamasından kaynaklanan kuruluk sorunudur. Yani gavurun deyimiyle kilis tavaların çok büyük bir bölümü "juicy" değildir. İşte bu rejon denilen mekan bu problemi ortadan kaldırmış gözüküyor, tereddütsüz herkese tavsiye ederim. Küçük bir not, mekanın altı ezmeli kebabının da çok güzel olduğunu söylediler, deneme fırsatım olmadı.



İkinci mekanımızın adı "aynen dürüm". Nerede derseniz, bunun için daha iyi bir tarif verebilirim, Mahmutpaşa Kapısından girin, ilk sola dönün, biraz yürüyüp başka bir kapıdan tekrar çıktığınızda mekanı göreceksiniz. Buranın dürümünü
n öyle çok bir numarası yok ama "ambiyans" gerçekten büyüleyici. Yeni Delhi mi desem Bangkok gece pazarı mı desem, ne desem bilemedim. Koca bir masanın etrafında on onbeş tane tabure, masanın ortasında kübik hazneler var, dürümcü abi bir yandan çalan telefonlara "buyrun aynen" şeklinde cevap verirken bir yandan da ilgili kübüklere turşu, közlenmiş biber, maydonoz vs. boca ediyor, tepeleme garnitür kübikler sizin anlayacağınız. Burada tanımadığınız 10 kişiyle birlikte bir yandan dürüm yiyor, bir yandan da ellerinizle kübikten biber, turşu alıyorsunuz. Hakikaten anlatılmaz yaşanır, mekan hijyenik ve sıkıcı hayatınıza bir güneş gibi doğabilir, söyleyeyim.



Üçüncü ve son mekanımızın adı "Şahinler Büfe". Esasen "İstanbulda karşılaştırmalı döner tadımı" konulu bir yazı yazmayı planlıyordum, bu büfeden orada da söz edilebilirdi. Efendim, burası bir çok istanbul mekanı gibi yaklaşık 50 senedir"aynen dürüm"ün karşı sokağında hizmet veriyormuş. Mekan ortalama bir beyaz gömleklinin kübiğinden biraz daha büyük. 50 senedir de bu minimal mekanın iç dekorasyonuna pek yatırım yapmamışlar. Günde yaklaşık 60-80 kilo arası döner sattıkları, dönerin saat 3 gibi bittiğine dair çeşitli söylentiler var. Her gittiğimde önünde kuyruk olduğunu, yaklaşık 5 dakikada 25 yarım ekmek sattıklarını görünce söylentilerin doğru olduğuna kanaat getirdim. Yani anlayacağınız, allah bin bereket versin, bir beyaz yakalının kübiği kadar yerde, o beyaz yakalının ayda kazandığını bir günde kazanıyorlar (tabi ki her türk gibi bunun hesabını yaptım!). Ayrıca ben bu adamların elindeki tarihsel veri nedeniyle stok yönetimi problemi çektiklerini de zannetmiyorum, düşünsenize 50 senedir aynı yerde döner satıyorsunuz, krizinden depremine, sıcağından soğuğuna bir sürü durumu tecrübe etmişsiniz gün be gün satacağınız döneri gramı gramına tahmin etmeniz gerekir, bir nevi hayat sizi "just in time" hale getirmiş.



Döneri mi nasıl, fena değil ama esas bombalar "istanbulda karşılaştırmalı döner tadımı" konulu yazıda...

Salı, Mayıs 11, 2010

BERLİN MA

Çağrılar'la birlikte 23 Nisan'ı fırsat bilip bir Berlin gezisi yapalım dedik. Avrupa şehridir, hakkı en fazla 3 gündür felsefesini benimsemiş bir çift olarak süre bizim açımızdan idealdi. Tabi Avrupa'nın diğer başkentlerindeki gibi yerel lezzet peşinde koşmak pek manalı değil. Nitekim Çağrıyla ilk gün currywurst denilen bol körili, salça soslu sosisi, schnitzeli ve meşhur haşlanmış patateslerini yedikten sonra Alman mutfağına erken bir vedanın gerekli olduğuna kar
ar verdik.

Tabi Berlin deyince insanın aklına meşhur yiyecek-içecek mekanı KaDeWe geliyor. Burası hakikaten çeşit açısından benim şu ana kadar gördüğüm en fastastik gurme dükkanı. Milano Peck, Paris Fauchon falan yanında karikatür gibi kalıyor. Velakin koca blog yazısını "efendim şahane bir yerdi, 50 çeşit domuz, 150 çeşit deniz ürünü" vardı laflarıyla dolduracak değilim. Bu yazımızın konusu "Avrupa'nın iflah olmaz pahalılıktaki lokantaları".

Taa lise yılllarından beri bu yeme-içme meselesine gönül verdiğimden, herhangi bir lokantaya bakış açım "ne kadar pahalı olabilir ki" şeklindedir. Bu yüzden özellikle öğrencilik yıllarımızda hem kendimi hem de arkadaş çevremi çok zorda bıraktığım olmuştur. İcabında bir haftalık harçlığı bir öğünde tüketip haftanın geri kalanında simit ayrana talim ettiğimiz örnekler de çoktur.

Bu "ne kadar pahalı olabilir ki" felsefesini Berlin'in moda lokantalarından biri olan "Ma" hakkındaki "Şef Tim Raue yeni lokantasında tazeliğe, inovatif rayihalara ve yerel tatlara tam bir bağlılık gösteriyor" cümlesini okuduktan sonra tekrar hatırladık. Nasıl olsa Alman mutfağından bir beklentimiz yok, bir gece kendimizi şımartmaktan bir şey çıkmaz diyerek "Ma"nın yolunu tutuyoruz.

Hafiften Michelin Guide okuyan biri olarak Avrupa başkentlerinde bir lokantanın çok pahalı olabileceğini tahmin ediyordum ama buna rağmen menü bizi ş
aşırtmayı başardı. Şöyle söyleyeyim, tatlı da yeseydik muhtemelen gelişmekte olan bir ülkenin genç profesyonelleri (!) olarak AB'nin bütün bütçe açığını toptan kapatabilirdik.

Hiç bir başlangıç, salata falan yiyemedik fiyatlar yüzünden, ben ana yemek olarak pekin ördeği istedim. İşte yazının esas tartışmak istediği mevzu burada geliyor: "çok ama çok lüks, aynı oranda pahalı bir lokantada pekin ördeği nasıl olmalı?"





İşte benim cevabım "çok ama
çok lüks bir o kadar da pahalı bir lokantada yediğiniz pekin ördeği en az Çin'de ara sokakta yarım dolara yediğiniz pekin ördeği kadar lezzetli olmalı". Bu cevaba bir sürü kişi katılmıyor olabilir, "efendim bu işin atmosferi var, servisi var, falanı filanı var, nasıl olur da sadece düz bir lezzet karşılaştırması yaparsın" diye. Yaparım ! Özellikle bir porsiyon ördeğe verilen parayla kendi ördek çiftliğinizi kurabiliyorsanız kusura bakmayın bu fikri kanımın son damlasına kadar savunurum. Çok örümcek kafalı olabilirim ama istisnalar kaideyi bozmaz, ben hiç bir şeyin en lezzetlisini bu tür ultra şık lokantalarda yemedim. Bu kadar ciddi paralar talep eden lokantalardan daha fazla bir şeyler beklemek hakkımız değil mi?

Yazıyı annelerin ünlü bir lafıyla bitirmek istiyorum "o parayla bana malzeme alsanız ben size neler yapardım". Zaten hanım da risottoyu İstanbul'daki bir sürü lokantadan daha iyi yapıyor :)

Pazar, Şubat 14, 2010

Bir Kaç Tavsiye

Arjantin-Brezilya hattında hayat kurtaran (!) bir kaç tavsiyede bulunmadan geçemeyeceğim.

İlk tavsiyemiz Igaçu Şelaleleri ile ilgili. Burası herhalde doğal güzellik açısından dünyada ilk ona girer. Otuza yakın şelale, sürekli belirip kaybolan gökkuşakları...



Şelaleler, tam Arjantin-Brezilya sınırında. Her iki tarafta da şelalelerin koruma altında olduğu milli parklar var. Arjantin tarafında, şelalelerin üzerinden, yanından geçiyorsunuz, daha bir hadisenin içindeymiş hissi veriyor. Brezilya tarafında ise şelaleleri daha uzaktan seyrediyorsun, dolayısıyla manzara hari
ka. Her iki tarafa da gitmek gerekiyor anlayacağınız.

Biz Arjantin tarafında kalıyorduk, Brezilya tarafına günü birlik gittik, ayrıca bir sonraki destinasyon Salvador için uçağımız Brezilya tarafından kalkıyordu. Evet ilk tavsiye geliyor, Brezilya ile Arjantin arasında bir saat Brezilya lehine fark var. Karayoluyla aralarında 10 km olduğu için bu bilgi aklınızdan çıkabilir ve başınıza uçak kaçırmak dahil envayi çeşit hadise gelebilir. Biz ağır hasar yaşamadık, sadece 10 km'lik bir trekking turu almıştık, az kaldı onun başlangıç saatini kaçırıyorduk. Alışkanlık haline getirin, sınırı geçer geçmez saatleri ayarlayın.

İkinci tavsiye biraz önce bahsettiğim trekking turundan. Aşağıdaki tırtıl cinsi hayvanata bir yerlerde rastlarsanız sakın ha dokunmayın, çok fena zehirliymiş.



Üçüncü tavsiyemiz Salvador'dan. Gece alemine yakın olmak için tarihi şehire yakın bir yerde kalıyoruz. Salvador'un tarihi şehri Unesco Kültür Mirası korumasında ve bu korumayı hak edecek kadar da güzel.





Okuduğum
uz bütün kaynaklarda tarihi şehirle ilgili ciddi uyarılar var. Herhangi bir takı, mücevharat takmayın, saatinizi bile otelde bırakın, iyi fotoğraf makinesi varsa zinhar yanınıza almayın diye.

Otelimiz merkeze 5 dakika yürüme mesafesinde olmasına rağmen resepsiyondaki adama taksiye binelim mi, yürümek güvenli mi diye soruyoruz. Adamcağız gözlerini üzerimizde gezdiriyor, yazılanlar gibi bir kontrol, saatimiz, takımız var mı diye bakıyor. En nihayetinde saat erken sorun olmaz, dönerken taksiye binersiniz şeklinde fetva veriyor. 5 dakikalık yürüyüş sonrası Salvador'un tarihi merkezindeyiz. İstisnasız herkes zenci, zaten burası Güney Amerika'ya yapılan köle ticaretinin merkeziymiş zamanında, Brezilya Afro kültürünün köklerini buradan alıyor.

Yazılarda turist olduğunuz belli olmasın diyordu. Nasıl yani? Bir sürü rastalı zenci haricinde hiç kimse yok (sonra gündüz gezdiğimizde her taraf "beyaz" turist doluydu, demek korkmuş abiler gece gelmeye), turist olduğumuz her tarafından belli. Zaten 5 dakika sonra ortama alışıyoruz, ben mecidiyeköy çocuğu olduğumuzu, güvenlik kelimesinin göreceli olduğunu, bizim için dünyada güvenlikli olmayan tek yerin Bağdat olduğunu iddia etmeye başlıyorum.

Bu arada her yerden müzik yükseliyor, kocaman bir açık hava festivaline gelmiş gibiyiz ama Salvador için son derece sıradan bir gün.



Sağda solda bir kaç şarkı dinledikten sonra, bir konser alanından gelen müzik bizi cezbediyor. Ne yazık ki, biletler tükenmiş. Biraz sonra yanımıza iki zenci geliyor, bize bilet yerine geçen bilekliklerden satmaya çalışıyorlar, bilekliğin kullanılmış olduğu her halinden belli. Ben alırım ama parayı vermem, eğer girersem; konser alanını çevreleyen çitlerden birindeki aralığı gösteriyorum, buradan par
anı veririm diyorum. Berna yok artık diyor, ama serde mecidiyeköy çocukluğu var. Neyse biz zor bela bilezikleri bağlıyoruz ve bodyguardlara yaklaşıyoruz, bodyguard bileziklere şöyle bir göz attıktan sonra yüzümüze portekizce çemkiriyor. Tabi ki içeri alınmıyoruz. İşte üçüncü tavsiye, Salvador'da kullanılmış biletle konsere girmeye çalışmayın.

Dördüncü tavsiye, yine Salvador'dan. Bir cumartesi günü, çoluklu çocuklu Salvadorlularla birlikte plajda takılırken, aniden yağmur bastırıyor, ama nasıl bir yağmur. Plajda kalmak mümkün değil, bari bir şeyler yiyelim diyerek bir lokantaya giriyoruz. Salvador mutfağının alameti farikası "maqueca". Bu yemek kısaca balık filetolarını veya deniz ürünlerini, domates, biber, sarımsak, soğan, hindistan cevizi sütü ve palmiye yağı ile pişirerek yapılıyor. Bir nevi buğulama, ama çok açık söyleyeyim, bu işi çok iyi yaptığını düşündüğüm doğa balık'ın "iskorpit buğulamasına" beş basar. Genellikle pilav ve safranla servis ediliyor, biraz balıklı karışım, biraz pilav, biraz da safranı harman ediyor, afiyetle yiyorsunuz.



Haliyle Salvador'da kaldığımız süre içerisinde mümkün mertebe maqueca yemeye çalıştık. Yağmurun bastırdığı gün de tercihimizi
maqueca'dan yana kullanıyoruz. Yemeğimizin yanında, ızgara edilip kabukları çıkarıltılmış zeytinyağlı patlıcan desem inanacağınız bir şey geliyor. Tabi bende izan ne gezer, bu ne ola ki diye sormadan, büyükçe bir kaşığı daldırıyorum patlıcan olmasını umduğum şeye ve maqueca karışımının üzerine boca ediyorum. Garson koşarak geliyor, onun adı "pimenta" çok ama çok acıdır, bu kadar koymasaydınız keşke diyor. Mecidiyeköy çocuğuyuz ya, kulak arkası ediyorum, ilk lokmayla birlikte beklenen oluyor. Gözler dışarı fırlıyor, dudaklar şişiyor, acıdan dolayı hıçkırıklar, öküsürükler başlıyor. Demek ki dördüncü tavsiye neymiş, masanıza patlıcan benzeri bir sos gelirse, bilip bilmeden yemeğin üzerine boca etmeyecekmişsiniz.

Beşinci ve son tavsiye Rio'dan. Bu "güvenlik" paranoyası nedeniyle, yanınıza sırt çantası almayın gibi lakırdıları sürekli işitince, insan ister istemez tedirgin oluyor. İpenema plajına iki sokak ötede bir hostelde kalıyoruz. Bütün gün plajda takılmaya karar veriyoruz ama daha ilk günümüz, paranoyaklığımız tutuyor, hadi sırt çantası almayalım diyoruz. E, ne yapacağız, bütün havluları, kitapları marketin birinden bulduğumuz naylon torbaya dolduruyoruz. Altımda şıpıdık terlik ve 10 senelik, artık ipleri kopmak üzere olan mayo ile plaja doğru yürümeye başlıyoruz. Ve karşımızda İpenema Plajı!



İpenema'da herkes tarz, zaten şehir olarak vücut güzelliğine takıntılılar, ya spor yapıyorlar, ya da vücutlarını göstermek için ayakta durup etrafı kesiyorlar. Ben biraz önce tasvir ettiğim halimle kapkaça gelmiş favela (varoşların genel adı) çocuğu gibi duruyorum. 5-6 kilometrelik plajı elimizde naylon torba yürüyoruz, plajda bira satanlar dahi bizden daha bakımlı. Bırakın soyguna uğramayı, millet bizim tipimizden tırsıyor.


Uzun lafın kısası, paronayayı bir kenara bırakın, İpenamaya gidiyorsanız üzerinize doğru düzgün bir şeyler giyin.







Cumartesi, Şubat 13, 2010

Şu Tango Dedikleri

Sürekli yemek yazısı güzel de, Batman'da tango kursu bastıkları günlerin ardından bu tango ne ola ki konulu bir yazı iyi gider diye düşünüyorum.

Buenos da bütün büyük şehirler gibi zamanında ciddi anlamda göç almış. Millet bırakmış köyünü, yurdunu, ekmek parası için Buenos'a gelmiş. Erkekler çalışmaya gelirken, ailelerini geride bırakmışlar. Boca semtine yerleşen bu "ameleler", haliyle yalnızlık çekiyorlar, akşam gittikleri barlarda, garson kızlarla ve hayat kadınlarıyla dans etmeye başlıyorlar. Yalnızlık çeken "amele" nasıl dans ederse bir kadınla, muhtemelen onlar da öyle dans ediyorlar. İşte efendim, meşhur tangonun kaynağı bu, gördüğünüz üzere son derece romantik.

Boca'da artık yalnızlık çeken ameleler yerine şehrin her yerinde 7 liraya yenilebilecek ete 30 lira veren turist grupları var. Ama hakkını da vermek lazım, Boca çok şirin bir mahalle. Rengarenk iki katlı evler, her ne kadar içerisinde turistik eşya satan mağazalar olsa da, görülmeye değer.






Haliyle bu kadar turistik bir mekanda her kafenin, lokantanın sahnesinde birileri tango yapıyor. 30 derece sıcaktan fena halde yorulmuş bir biçimd
e, kafenin birine bira içmek için oturuyoruz. Ben Berna'ya yukarıdaki hikayeyi, tangonun Boca'dan, varoşlardan çıktığını anlatırken, beklendiği üzere tango gösterisi başlıyor. Ben dans eden kızcağıza bakıyorum ve her zamanki gibi bağırarak "ne boca'sı be, bu bildiğin bağcılar" diyorum. Bilin bakalım kız nereliymiş? Evet, kendisi türkmüş. Sonradan masamıza geliyor (allahtan lakırdılarımı işitmemiş), Ankara'da tango hocası imiş, buralarda yaşamaya başlamış. Söylemeye gerek yok, gösteri son derece vasattı.




Boca'dan iyi bir gö
steri beklentimiz yoktu zaten. Bir yere gitmek gerekiyor doğru düzgün tango izleyebilmek için. Tamam kabul, turistik bir aktivite ama, o kadar da olsun. Mekanımızın adı Esquina Carlos Gardel. Zamanında efsanevi tango şarkıcısı Carlos Gardel burada çalarmış. Giriş ciddi pahalı, yemekli ve yemeksiz opsiyonları var. O kadar da değil, bir araba dolusu yaşlı amerikalı turistin yemek yediği yerde yemek fazla geleceğinden, yemeksiz opsiyonu seçtik. Gösteri gerçekten harikaydı, son derece sofistike dans eden abiler, ablalar, kıyafetler sürekli değişiyor, bacak hareketlerini çıplak gözle izlemekte zorlanıyorsunuz, o kadar hızlılar. Şahaneydi yani.

Ee, yeter artık bu kadar turistik tango aktivesi dedik. Hakikaten halkın tango yaptığı bir yerlere gidelim dedik. Şehirde bir sürü "tango club" var. Alelade birini seçtik. Mekana girdiğimizde gözlerimize inanamadık. Kasaba düğün salonu gibi bir yer düşünün, mekan aşırı ışıklı, her iki tarafta sandalyeler sıralı, bir tarafta erkekler, bir tarafta kadınlar oturuyor. Müzik başlayınca, son derece amatör erkekler, bir o kadar amatör kadınlardan birini dansa kaldırıyor.




Her türlü estetik duyguya karşı bu mekanda 30 dakika falan kalıp gidiyoruz. Daha sonra çeşitli "tango club"larında gay tango diye bir hadise aradık, nitekim varmış ama biz bulamadık.

Velhasıl, Buenos'a gelirken de bizi pek sarmayan tango konusundaki fikirlerimiz değişmeden şehirden ayrıldık.

Bu arada, Boca'nın fena halde turistik atmosferine biz de kendimizi kaptırdık. Evet efendim, karşınızda hanım ve diego armando maradona !!!




Salı, Şubat 09, 2010

Argentine Steak !!!

Şahane bir Brezilya-Arj
antin gezisi ardından, Cumartesi 30 derecede İpenema'da güneşlenirken, kafamıza eksi beşi yiyince beynimiz uyuştu, 2 hafta oldu, bırakın blog yazmayı parmağımı kaldıracak halim yok, depresyondayım. Yine de obeziteden kurtulmaya çalıştığım şu günlerde güzel bir et yazısı yazmak bünyeye iyi gelir diye düşündüm. Evet efendim başlıyoruz, Buenos Aires ve etleri.

Kuzuyla yatıp kuzuyla kalkan bir millet olduğumuzdan, yıllar yılı dana ve türevlerine burun bükmüşlüğümüz vardır. En iyi kanıtı valide hanımın daha 1-2 ay önce sarf ettiği "oğlum dananın pirzolası mı olur" lakırdısıydı. Neyse ki, birileri İstanbulluların bu konudaki talebini (!) değerlendirdi, porsiyonu 50 liraya dana bonfile, new york steak falan satmaya başladı da, başımız göğe erdi. Tabi biz aile olarak et ihtiyacımızı daha mütevazi yollardan karşıladığımız için, etten biriktirdiğimiz paralarla Arjantin'e tatile gitmeye karar verdik.

Malum, Arjantinin danası meşhur. Türkler için ilave iyi haber, abiler eti çok pişirmeyi seviyorlar. Benim gibi pişirme sırasında etten kaçacak bir damla suya dahi tahammülü olmayanlar için pek arzulanan bir durum değil ama, her tarafta koca koca mangalların tüttüğü, 750 gramdan aşağı etin rağbet görmediği bir etobur şehirde, çok pişmiş falan demeden, her türlü eti denemek gerekiyor. Ultra turistik Boca semtinde et yiyip sonra koca koca gazetelerde bunu ballandıra ballandıra anlatan gurme amcaların aksine, okuyucuya saygımız olduğundan, şehrin en lüks lokantalarından, sokak büfelerine kadar her yerde et yedik ve sizin için değerlendirdik.

Yaklaşık 18 saatlik bir yolculuktan sonra Cumartesi sabahı Buenos Aires'e vardığımızda, ilk heyecanlı durak olarak gördüğümüz yer, akşam yemeği için gideceğimiz Cabana Las Lilas. Burası Puerto Madero isimli zengin semtinde nehir kenarına konumlanmış bir lokanta. Rezervasyonsuz gidiyoruz, yaklaşık 20 dakika barda bekliyoruz. Şehrin en pahalı lokantalarından biri diye duymuştuk, barda içtiğimiz birer kadeh şarap içimizi rahatlatıyor, o fiyata Nişantaşı'nda ayran içemezsin. Neyse efendim bizi içeri alıyorlar, her yerde olduğu gibi kocaman bir mangal, insanın ağlayası geliyor. Mekan çok ama çok büyük, insanda ister istemez bir yemekhane hissi oluşuyor. Hanım bir t-bone, ben bir antrikot istiyorum. Evet, güzel ama o kadar, atmosfer de sınıfta kalıyor. Geçiyoruz.






İkinci mekanımızın ismi Rio Alba. Burası Buenos'un bar ve lokantalarıyla dolu bir bölgesinde, Palermo'da. Biz de orada kalıyoruz zaten, yüyüyerek lokantaya gidiyoruz. Burası hayallerimize daha yakın, daha küçük, sıcak bir atmosfer, hafiften bir italyan lokantası havası var. Şef garsonumuz gayet ilgili, bu sefer ikimiz de rib eye istiyoruz, et şahane. Bir önce gittiğimiz lokantaya beş basar, şarap fiyatları çok ucuz, nerden baksanız değer bir yer. Ama hayallerimizin eti değil.





Bir sonraki durak biraz tesadüf oluyor. San Telmo'da antika pazarında avare avare geziyoruz. Keyifler süper yerinde, hava limonata gibi, sağdan sold
an tango sesleri geliyor. Birden yağmur bastırıyor, öyle böyle değil, 3 adım bile yürüyemeyecek kadar şiddetli yağıyor. Çok yakınımızda bildiğimiz bir lokanta var, Desnivel. İçerisi ana baba günü gibi. Benim gibi esnaf lokantalarının hayranı olan birini hemen cezbediyor. Son derece samimi bir ortam var. Birer dana bonfile söylüyoruz. İşte bu!! Eti kesince görüntü her şeyi anlatıyor, ortaya doğru pembeleşen bir et (madem çok pişiriyorsun bari böyle görüntü yakala), dişe gelir bir sertlik asap bozmadan yumuşuyor ve ağızda dağılıyor. Her bir lokması ömre bedel. İşin komik tarafı iki dana bonfile, bir şişe şaraba 30 lira (sayıyla otuz) veriyoruz. Ben böyle bir fiyat/kalite dengesi ilk defa görüyorum.



Tam da et yemekten hafiften baymışken, Arjantinliler gibi spor yapalım bari diyerek Reserva Ecologica'ya doğru giderken, bu sefer karşımıza şahane etler satan büfeler çıkıyor. Her birinin mangalı üzerinde 10 kiloya yakın et var, Yarım ekmek arası, istediğiniz eti alıyorsunuz, yan masada garnitürler var, ekmek arasına biraz da baharatlı soğan koydunuz mu, değmeyin keyfinize.




İşte böyle, Arjantin'de tek bir şey yapmaya hakkım olsa kesinlikle Desnivel'de et yemeyi tercih ederdim.


Bu kadar etin üzerine Brezilya'da şu meşhur şişli et lokantalarına pek uğramadık ama usuldendir diye gittiğimiz bir lokantada çektirdiğimiz fotoğrafı koymadan edemeyeceğim.