Cumartesi, Eylül 04, 2010

Dubrovnik'de 7 Gün
Berna'nın hamileliği sorunsuz devam ediyor. Kısıtlar belli, tatile çıkacaksın, her gün yatmayacaksın çünkü bize göre değil ancak fazla da bünyeyi yormayacaksın. Şöyle bir haftalığına Dubrovnik'e gidelim dedik, Berna'nın koşullar son derece makul, "Dubrovnik'i merkez yaparız, günü birlik sağa sola gideriz, baktım yoruluyorum otelin plajında yatarız". Anlaşma makul da, beni hafiften bir korku almadı değil, küçücük şehirde 7 gün ne yapacağız diye. İleride bizim durumumuzda Dubrovnik'de 7 gün geçirirseniz işte size tur programı (!).

1. Gün Pazartesi : Dubrovnik'ten hızlı feribotla yaklaşık 1,5 saat uzaklıktaki Mljet'e gitmek için sabahın kör vakti kalktık. Feribot saat 9:15'de, limana 8:30 gibi vardık. 2 km uzunluğundaki bilet kuyruğunu görüp, galiz bir küfür ettik. Daha önceden bilet alma imkanının bulunmadığını, sonraki gün ise feribotun sabah 8'de kalktığını, bilet bulmak için en geç saat 7'de gelmek gerektiğini öğrenince, galizlik seviyesini artırarak tekrar küfür ettik. Hemen programı değiştirdik, saat 9:45 vapuru ile Lopud adasına gittik.

Bu Lopud adası gerçekten takdire şayan, bizim prens adalarına benzeyen bir havası var, adada motorlu araç yasak, ulaşım ya tabana kuvvet ya da elektrikli minik arabalar ücreti mukabili vapur iskelesinin yakınından adanın diğer tarafındaki sahile ring yapıyorlar. Turizm ofisindeki eleman sahil yürüyerek 15 dakika deyince, bir de olması gereken yerde minik araba göremeyince, narşap bilinçsizliği baş gösterdi, öğlen 12 sıcağında yürümeye karar verdik. Sürpriz, yol ciddi yokuş.





Zavallı karım, kaderine lanet okuyarak oflaya poflaya yaklaşık 40 dakikada
parkuru bitirdi. Hediyesi hiç fena değil, sahil güzel, bir de tamamen gölge bir mekan buluyoruz, keyfimize diyecek yok. Ama bilinçsizlik nedeniyle başımıza bir iş geleceğinin sinyalleri mevcut, dur bakalım...




2. Gün Salı: Takipçi ve inatçı bir aileyiz, öyle bir gün kuyruk görüp yılaca
k bir durumumuz yok, ertesi gün sabah 6:45'de bilet kuyruğundaki yerimi alıyorum, erken kalkan çok yol alır, bilet almaya muvaffak oluyoruz. 1,5 saat yoldan sonra Mljet'deyiz. Bu Miljet'in alameti farikası denizle birleşen iki adet göl. Etraf yemyeşil, hava serin, manzara nefis, narşap ısrarı devam ediyor, göl kenarında hamile karımla birlikte yaklaşık 1,5 saat yürüdükten sonra, küçük bir otelin kafesine konuşlanıp, kafenin önünde bütün gün denize giriyoruz. En büyük hayal kırıklığını ben yaşıyorum, adada dillere destan bir lokanta var, Stermasi diye. 2 saat önceden telefon ediyormuşsunuz, size 2 saat boyunca kömür ateşinde pişirdikleri ahtapotu servis ediyorlarmış. Velakin burası adanın tamamen ters tarafında, feribottan başka bir limanda inmek gerekiyormuş. Bilinçsizlik ahtapot ızgara konusunda bir blog yazısı yazmamı engelliyor. Ama adayı çok beğeniyoruz, ısrarla tavsiye ederiz.







3. Gün Çarşamba: Araba kiralıyoruz, Mostar'a gideceğiz. Akabinde de Blagaj tekkesini ve Kravice Şelalelerini görüp Dubrovnik'e geri döneceğiz. Yaklaşık 2,5 saatte Mostar'a varıyoruz. Hava sıcaklığı 70 derece falan herhalde. Meşhur mostar köprüsünün üzerinden bir abi gösteri atlayışı yapmaya yeltenmiş. Benim sevgili karım, atlayışı fot
oğraflayacağım diye ısrar ediyor. Dikkatinizi çekerim kendisi 5 aylık hamile, hava sıcaklığı 70 derece. Aksi gibi adam atlamadan önce bir kaç tur daha para toplamaya çalışıyor, süreç 15-20 dakikayı buluyor.





Adamcağızın fotosunu çekip başımız göğe erdikten sonra serin bir yer bulup cevapcici (bizim inegöl köfte gibi bir şey, sadece bir yerde yediğim için iyidir kötüdür yorumu yapmayacağım) yiyoruz. Sıcaktan korunmaya çalışara
k bu sefer blagaj tekkesine giderken bilinçsizlik sonunda bize pahalıya patlıyor. Bernanın burnu kanamaya başlıyor, arabanın içindeyiz, hemen makul bir yerde duruyoruz, Berna'nın üzerinde bembeyaz bir elbise var, neredeyse tamamen kan olmuş durumda. Hamilelikte burun kanamasının normal olduğunu bilmemize rağmen panik olmamak elde değil. Durduğumuz yer bir salça fabrikasının önü, içeri giriyoruz, peçete falan istiyoruz, dediğim gibi görüntü trajik beyaz elbiseli hamile bir kadının her yeri kan içerisinde kalmış. Bizi gören bir araba da durmuş, bereket içindekiler yarım yamalak ingilizce konuşabiliyorlar. Önce kanı durduruyoruz, sonra bosna'nın güzel insanları bizi sağlık ocağına götürüyorlar, tansiyon ölçülüyor, bir sorun yok. Allahın unuttuğu bir kafede serinlik bir yer bulup yarım saat kadar dinleniyoruz. Tabi ki söylemeye gerek yok, tekke ile şelale badem oluyor. Böylelikle hamileyken öğlen sıcağında 40 dakika mostardan atlayan adam fotosu çekmek için beklenmeyeceğini öğrenmiş oluyoruz.



4. Gün Perşembe: Orebic isminde bir sahil kasabasına gitmeye karar veriyoruz, yol yaklaşık 2 saat. Son bir saaati şahane üzüm bağlarının arasında geçiyor. Orebic
'e varınca şansımızı önce halk plajında deniyoruz, fakat ne yazık ki şemsiye gibi bir imkan mevcut değil. Avrupa'dan ortadoğu'ya doğru giderken plajlardaki konforun artması hadisesi ayrı bir yazı konusu ama söylemeye gerek yok, serdar ortaçlı, girişin 50 lira olduğu plajlar avrupa'da genelde mevcut değil. Tamam güzel de, insan en azından bir şemsiye kiralama hizmeti koymaz mı, bu kadar mı komünizmden kurtulamadınız?

Bir önceki günden güneşin altında kalmamamız gerektiğini öğrendiğimizden rotayı civar otellerin plajlarına kaydırıyoruz. Gözümüze kestirdiğimiz bir otelin önündeki bekçiye "pardon plajınızdan yararlanabilir miyiz" diyorum, adam soruyu ve konsepti anlamıyor, garip gözlerle tabi ki yararlanabilirsiniz orası plaj diyor. Adama "abicim bizim ülkede sahilin önünü mesken tutmuş bodyguard'a kıyılar kanunu desen temiz bir sopa yersen" diyemediğimden gülümsemekle yetiniyorum. Plajda nefis bir incir ağacı bulup gölgesine konuşlanıyoruz. Akşam yemeği için istiridye cenneti Ston kasabasına gidiyoruz. Kapetanova Kuca'da istiridye başta olmak üzere nefis deniz ürünleri yiyip, "türkiye'de kabuklu deniz ürünlerinin kıtlığı ve demokrasi"konulu bir sohbet gerçekleştiriyoruz (beyaz türk adeti hep bunlar).







5. Gün Cuma: Karadağ'a gidiyoruz. Pek anlatacak bir şey yok, Kotor körfezi şahane, Budva sarıgermeye benziyor.





Dönüşte gümrükte bir saat bekleyip, gece 10 gibi küçük sahil kasabası Cavtat'a varıyoruz. Güzel bir balık lokantasında gayet başarılı bir midye yerken "türkiye'de neden midyenin içine pilav konur ve bunun demokrasiye etkileri nelerdir?" konulu başka bir beyaz türk muhabbeti açıyoruz.



6. Gün Cumartesi : "Yahu hanım, biz Dubro
vnik'e geldik, 5 gündür neden eski şehri gezmiyoruz" sorusuyla kendimize geliyoruz. Öncelikle şunu belirtmek isterim, kişisel olarak birbiriyle son derece uyumlu, mebzul miktarda kilise barındıran tamamen taş yapılardan oluşmuş Avrupa şehirlerinden içime fenalık geldi. Ancak hakkını yemeyelim, Dubrovnik gerçekten çok güzel bir şehir. Biraz disneyland havası var, şehir tıklım tıkış turist dolu zaten. Yemekler vasat, içkiler vasat, genel olarak her şey vasat.








Yine de iki adet kaçırılmaması gereken mekan var. Birincisi Lokanda Peskarija. Önünde her daim anormal bir kuyruk var. İnanmıyorsanız aşağıdaki resimde kuyr
uğu görebilirsiniz.






Kuyruk bana zamanında Sovyetler Birliği'nde İzvetsia gazetesinin Paris Fouchon'daki noel kuyruğunu resimleyip altına "gördüğünüz gibi kapitalistler de yemek için kuyruk bekliyor" başlığını atmasını hatırlatıyor (aslında öyle bir şey hatırlatmadı ama buraya yazınca çok havalı oldu). Kuyruğu bekliyoruz mecbur, beklediğimizden kısa sürüyor, akabinde şahane bir midye yiyoruz. Israrla tavsiye ederim.











Akabin
de yine bir olmazsa olmaz mekana gidiyoruz, Buza bar. Şehir surların hemen dışında, surlara açılmış küçük bir geçitten geçerek merdivenlerden aşağıda iniyorsunuz ve harikulade bir manzara sizi karşılıyor.






7. gün Pazar: Yeter ama karım hamile, dinlenmek onun da hakkı. Otelin plajında 4-5 saat geçirdikten sonra havaalanına gidiyoruz.