Salı, Kasım 10, 2009

Beyrut Mezeleri

29 Ekim'de Beyruttayız. İki üç yıl önce de niyet etmiştik, hatta biletleri bile aldık ama gitmeye bir hafta kala Refik Hariri Havaalanından şehre giden yollarda Hizbullah taraftarlarının lastik yaktığını, şehirde ufak çaplı bir iç savaş çıktığını görünce vazgeçmiştik.

Beyrut biraz ilgilenen herkesin hayalindeki kadar klişe, hiç bilmeden önyargılarına kapılan geri kalan çoğunluğun hayalindekinin ise tam tersi bir yer. Yıllarca süren iç savaşın izlerini sadece lüks apartmanların arasında kalmış, yeniden yapılmayı bekleyen metruk binaların üzerindeki kurşun deliklerinden, bomba kalıntılarından anlıyorsunuz.

Şehir merkezi gerçekten tarz Beyrut Amerikan Üniversitesi gençliğinin fink attığı kafeler, lokantalar ve nargilecilerle dolu. Tabi biraz şehir merkezinden ayrılıp özellikle Hizbullah sempatizanlarının yoğun yaşadığı fakir mahallelerine gittiğinizde durum değişiyor ama yazımızın konusu bu değil. Konu bu değil tabi ama bir kaç fotoğraftan zarar gelmez.





Bekaa vadisi ve Byblos'a yapılan günü birlik seyahatleri saymazsak 3 günlük tatile meze yemek için geldik. Bildiğiniz üzere, özellikle Antakya civarındaki o harika mezelerin çoğunun orjini Lübnan ve Suriyedir. Teori böyle, pratik de pek farklı değil. 3 gün boyunca yediğimiz mezeler hep tanıdığımız, nohutlu, patlıcanlı yoğurtlu mezelerdi ama Antep civarında 2, Antakya civarında 1,5 ay geçirmiş biri olarak çok rahatlıkla söyleyebilirim ki yediğimiz her şey en az 2-3 gömlek üstündü bizimkilerden.




Ayrıca artık her yerde anlattığım bir hadise var, biliyorsunuz, biz rakı içeriz, yunanlılar uzo, ortadoğulular ise arak. Beyrutta gittiğimiz her yerde istisnasız olarak arağımız bardağımızda bitmeye yüz tutunca, garson koşarak geliyor ve bardağı değiştiriyordu. Şimdi bir düşünün bakalım, İstanbul'da kaç mekanda rakı biterken bardak değiştirilir? Onu bırakın, talep edince garsonun yüzü buruşuyor vallahi.


Çok övdüm bu Beyrut'u, biraz da dalga geçelim. Bir kaç kişi bize "Dünyada üç büyük mutfak vardır, Fransa, Çin ardından Lübnan gelir" dedi. Tanıdık geldi mi?


Sübye Yumurtasının Peşinde

Peder beyi ziyarete yılda 3-4 kere Bodrum'a gidiyoruz ama anlata anlata bitiremediği sübye yumurtasını yemek bir türlü nasip olmamıştı.

Bu sefer ekim ayının ortalarındayız, esasen Bodrum'un en güzel günleri. Kuru kalabalık gitmiş, bir de hava iyi olsa. Cumartesi sabah fena yağmur yağıyor. Bizim planımız ise Bodrum'a inip babamın balıkçı arkadaşı Ali Kaptan'da meşhur sübye yumurtasını yemek.

Efendim bu sübye dediğiniz şey bildiğiniz üzere, ahtapot ve kalamar familyasından gelen bir yaratığımız. Şahsen iyi yapılmış bir ahtapot veya kalamar ızgaranın hastasıyım ama sübye maceram hanımla bir kere yediğimiz ılık sübye mürekkebi çorbası ile sınırlı (vay be çorbaya bak!!).

Sübye yumurtası ise her sübyeden bir adet çıkan protein bombası bir hadise imiş. Göreceğiz. Öncelikle pederin komşusu Aytekin abiden sübye yumurtalarını temin ediyoruz. Buzhane olduklarını belirtmeliyim ama çok takılmıyorum. İşte babam ve sübye yumurtaları.

Akşam Bodrum meyhaneler sokağındayız. Gariptir, ben burayı bilmiyordum. Bir tarafta meyhaneler, bir tarafta balık satıcıları var. Balığınızı kiloyla alıp, karşıdaki meyhaneye oturuyorsunuz. Ekim ayı ortası olmasına rağmen sokak tıklım tıklım. Balıklar buzhane de değil, bayağı taze görünüyorlar. Dolmuşla gelirken cebimize tıkıştırdığımız sübyeleri de ustaya teslim ediyoruz.

10-15 dakika sonra, ilk duble rakılar yarılanmış iken, meşhur sübye yumurtası geliyor. Güveçte terayağ ile çevirmişler. Tadı için Berna'nın bulduğu kelime cuk oturuyor, sübye yumurtasının gerçekten "tok" bir lezzeti var.


Esasen bu protein bombasından 1-2 tane yemek lazımdı, ama bol bulduk mu ne yapacağımız belli, adam başı 7-8 tane yedik. Çoook uzun aradan sonra masada bana fenalık geldi. Yarım saat kadar süren dengeli meze diyetinden sonra kendime geldim ve masaya tam kapasite dahil oldum. Söylememe gerek yok balık şahaneydi, hava limonata gibiydi ve Bodrum her zamanki gibi keyif verdi.




Salı, Ekim 13, 2009

Yemek İçin Yol Yapılan Şehirler

Hayatımızda rotamızı özellikle bir şeyi yemek için değiştirdiğimiz çok fazla olmamıştır. 3 michelin'e karşıyız anlayacağınız. Ama iki yerde sırf yemek için bayağı zahmete girmek zorunda kaldık, iyi ki de girdik.

Konuyla ilgili ilk mekanımız Kenya'nın başşehri Nairobi'de. Uçuşa 2 saat kala rüşvetle bulunan bilet sayesinde rötarlı da olsa akşam saat 7 gibi Zanzibar'dan havalanıyoruz ve ve saat 8:30 gibi Nairobi'deyiz. Bizi Kahire'ye götürecek uçağımız ise sabaha karşı 4'de. Tabi bu boşluğu iyi bir yemek ile doldurmak çok akıllıca.

Amaçladığımız lokantanın adı "Carnivore", bildiğiniz üzere gavurca etobur demek. Lokanta şehrin neresinde, havaalanından ne kadar sürer hiç bir fikrimiz yok. Havaalanında eli yüzü düzgün bir amcayla aramda şöyle bir diyolog geçiyor.

Ben: Afedersiniz, bizim uçağımız sabaha karşı 4'de, sizce buradan taksiyle Carnivore'a gidip, yemek yiyip geri dönmek ne kadar mantıklı.

Amca: Bir otelde dinlenmeyi düşünmez misiniz?

Amca benim ihtiraslarımı idrak edemedi anlayacağınız. Neyse, garip bir taksi şoförüyle (kendisi ben de sizinle yemeğe geleyim mi dedi!!!) Carnivore'a varıyoruz. Burası, timsahından antilopuna her türlü av hayvanının yanı sıra, bildiğimiz kuzu, dananın da koca şişlerde pişirildiği gerçekten etobur için cennet, vejeteryan için zulüm bir müessese.

Çok ama çok büyük bir mekan, masalar, dekorasyon, ortam, obez amerikalılar için dizayn edilmiş kötü amerikan lokanta zincirlerini andırıyor. Masaya oturduğunuzda bir bayrak veriyorlar. Bayrak dik durduğu sürece, koca koca şişler, koca koca zenci amcaların elinde tabağınıza servis ediliyor. Bayrağı masaya yanlamasına koyduğunuz zaman ise et servisini kesiyorlar. İşin açıkçası çok bayılmadık mekana. Ama fena mı oldu, eğer havaalanındaki amcanın tavsiyesini dinleyip bir otelde dinlenseydik, orada burada "yine bir gün timsah yiyoruz" şeklinde lakırdılar edemeyecektik.

Yolumuzu değiştirmek bir kenara, sadece yemek için seyahat ettiğimiz diğer yer ise Napoli. Bildiğiniz gibi Napoli'nin pizzası ve hırsızı meşhur. Pizzanın keşfedildiği şehirde yemek yemeden dönsem çok içimde kalırdı gerçekten. Zaten Positano'dan Roma'ya dönmemiz gerekiyordu, Napoli de esasen yol üzerinde sayılabilirdi. Bindik biz Positano'dan banliyo trenine .Yavaş yavaş Napoli varoşlarına doğru yol almaya başlarken ortam da değişmeye başladı. Vagona dilenenler, şarkı söyleyip para isteyenler, 14-15 yaşında bıçkın İtalyan çakalları inip biniyor. Vagondaki her erkek sürekli refleks olarak cüzdan ceplerini elleriyle kontrol ediyor. Belli ki hepsinin geçmişinde bir cüzdan çaldırmışlıkları var veya sürü psikolojisi çünkü ben de yavaştan cüzdanı kontrol etmeye başlıyorum. Venedik'in, Milano'nun, Capri'nin turuncu renkli pantolonlu tiki erkek kitlesinden son derece sıkıldığım için varoş havası bayağı iyi geliyor aslında. Nedense böyle ortamları daha çok seviyorum. Bir nevi vahşetin çağrısı olabilir.

Neyse efendim, uzattık iyice, Napoli'ye varıyoruz. Bu Napoli'lerin bir takım pizza kuralları var imiş. Öncelikle oklava asla kullanılmıyor, hamur elle açılıyor. Bir alıntı yapmak gerekirse "kendine saygılı hiç bir Napoli'li birden çok malzemeyi aynı pizzada kullanmıyor". Dolayısıyla, en makbul pizza iyi Napoli mozerellası ve domatesi ile yapılmış Margerita.

Bütün şehir pizzayı iyi yapıyordur muhtemelen ama biz The Guardian'ın tavsiyesine uyup Pizzeria Pellone'ye gidiyoruz. Dışarıdan da içeriden de Karadeniz pidecisine benzeyen mekanda öğle yemeği saati olduğundan kuyruk bekliyoruz. Ortam gerçekten tam beklediğimiz gibi.

En nihayetinde pizza geliyor. Şimdi bir şeyin hakkını vermek lazım, bu pizza gerçekten güzel, aynısını yapmak da basitliğine rağmen çok kolay olmasa gerek çünkü malzeme tamamen yerel anladığım kadarıyla. Bu pizza güzel, daha fazla yoruma, süslemeye falan da gerek yok. Yemeğimizi yiyip görevini yapmış insanların mutluluğu içerisinde Napoli'den ayrılıyoruz.

Son söz; sonra Roma'nın son derece meşhur pizzacısı La Bafetta'da da pizza yedik, ne yalan söyleyelim La Bafetta'nın pizzası daha iyi geldi bize. Napoli'ye yolunuzun düşmesi daha zor ama Roma'ya giderseniz, kesinlikle La Bafetta'da pizza yemenizi öneririm. Unutmayın ama, Margerita yiyeceksiniz. Belki Napoli'de hatamız o oldu, dinlemedik "kendine saygılı Napolili"leri ve farklı malzemeli pizzalar yedik.




Pazar, Ekim 04, 2009

Pansiyonculuk

Pansiyonculuk bizim çevrede çok da talep görmeyen bir tatil biçimi. Butik otel, her şey dahil falan filan derken, küçük bir mutfağı olan, akşamları kendi yemeğinizi kendinizin yaptığı yerlere etrafımızda teveccüh gösterilmiyor. Ben de çok küçük yaşlarımdan hatırlarım, ailecek Avşa'da bir pansiyona gitmiştik de, annemler küçük mutfakta akşam için makarna yapmaya çalışırken, daha o zamanlardan lokanta delisi olduğumdan somurtup oturmuştum.

Türkiye'de bu tür yerlerin çok fazla örneği var, biz de arada bir kalıyoruz ama, akşam yemeğini pansiyon mutfağında yapıp yemek şimdiye kadar nasip olmamıştı. Kısmet Positano'ya imiş.

Positano'dan önceki durağımız Capri adasıydı, ne yalan söyleyeyim hayal kırıklığına uğradık. Ne bileyim, herhalde beklentileri yüksek tutmuşuz. Ama Capri'den bindiğimiz gemi daha Positano'ya yaklaşırken etkilenmeye başladık. Positano, İtalyanların meşhur Amalfi sahillerinde, gerçekten küçük bir sahil kasabası. Bir dağın yamacına kurulduğu için, neredeyse bütün binalarda muazzam bir manzara mevcut. Koca bavulumuzla pansiyona kadar "tırmanmak" mümkün olmadığından, ıkış tıkış bir otobüse bindik ve pansiyonumuza vardık. Pensione Maria Luisa adındaki pansiyonda, odamıza girince içli bir "vauuuv" sesi yükseldi. Odanın şöyle bir balkonu;




ve şöyle bir manzarası var





Fiyatı ise bu manzara için gerçekten komik, bir de Positano'da jet sosyete tatil yapıyor diyorlardı, bunlar hiç alaçatı fiyatları görmemişler herhalde.

Balkonu görünce, bünyeye 13 gündür spaghetti, pizza doldurduğumuzdan da olsa gerek, akşam yemeklerimizi odada yemeye karar verdik. Malzeme sıkıntısı ilk akla gelen problem tabi ama aşağıdaki bakkal amca imdada yetişti.




Biraz peynir, biraz pembe domates, kafi miktarda şarap, üzüm, salam, füme et, limonçella falan derken şahane bir masamız oldu. Görüntüsü aşağıda.




Positano'da 3 gün kaldık, 2 gün balkonda, bir gün de otelin yanındaki mahalle lokantasında yemek yedik. Pansiyon balkonundan müthiş akdeniz manzarasına bakarken, aklıma Avşa pansiyonlarında makarnaya talim etmek yerine "lokanta, lokanta" diye tutturmam geldi, gülümsedim.

Perşembe, Eylül 17, 2009

Chianti'nin Nesi Meşhurdur? Tabi ki Kasabı

Uzun İtalya tatilimizin ilk bir kaç gününde Venedik ve Floransa'da rönesansa doyduktan sonra, dünyanın en kafası çalışmayan görevlisinden 1.5 saatte araba kiralayıp kendimizi Toscana yollarına vurduk. Hakikaten ününü hakedecek kadar güzel manzaralara sahip, üzüm bağları, zeytin ağaçları, şatolar, şarap tadım mekanlarıyla bezeli, hedonistin rüyası bir bölge Toscana. Arabayı Floransa'dan kiraladığımız için Toscana'nın bize en yakın bölgesi Chianti. Hani şu şarabı meşhur Chianti. Aslında söylemeye gerek yok, bilen bilir zaten, bu chianti bölgesinden öyle üst düzey şarap falan çıkmaz, alelade günlerde içebileceğiniz, keyifli, genç, düzgün şaraplar yapıyorlar ama.

Şarabı harcıalem, velakin kasabı öyle değil chianti'nin. Zaten bu Toscana'nın etiyle Floransa'da meşhur "Floransa Bifteği" sayesinde tanıştık. En az bir kiloluk bu şahane T-Bone Steak'lerden bir tanesiyle iki kişi rahatlıkla doyuyorsunuz. Kasaptan almaya kalkarsanız aşağıdaki gibi bir görüntüsü var.

Neyse uzatmayayım, tatilin başından beri sayıkladığım iki "et mabedini" (lonely'nin çok sevdiğim deyimiyle meatlover paradise) görme fırsatını Chianti'de yakaladık.

Birinci durağımız Dario Ceccini'nin mekanı. Dario abi yaklaşık 200 yıldır Panzano isimli küçük bir Toscana kasabasında kasaplık yapan bir aileye mensup. Gerçek bir et aşığı, aşkının boyutlarını aşağıdaki fotodan anlayabilirsiniz.


Öğlen yemeğini Dario abinin mekanında yiyeceğiz. Aslında akşam yemeğini tercih ederdik ama Dario ekabir bir İtalyan olduğu için neredeyse haftanın üç günü mekan kapalı.

Gidiyoruz, iki tane uzun masa var, insanlar yan yana oturuyorlar. Dario yok galiba, bize servis yapan amca Dario'nun uzaktan akrabası gibi duruyor veya Dario çok yıpratmış kendini.

Çok şeker bir amca, sürekli şakalar yapıyor. Önce masaya havuç ve çeşitli yeşillikler geliyor. Küçük bir kapta zeytinyağı, deniz tuzu ve balzamik sirke karıştırılıyor, sosa çiğ sebzeleri banarken etinizi bekliyorsunuz. Müthiş bir fiks menü öğlen yemeği yedik, kelimeler kifayetsiz kalıyor o yüzden fotoğraflardan yardım bekliyorum.




Öğlen şarabımızı ve etimizi almış olarak, hafif mayışmış bir vaziyette otelimize gidiyoruz. Otel neredeyse ayrı bir yazı konusu, 80 euro'ya böyle bir otelde kalınca insanın aklına
Alaçatıdaki butik otellerin verdiği fiyatlar geliyor, gülümsemekle yetiniyorsunuz.

Mayışma faslını atlattıktan sonra bu protein dolu günün ikinci faslına geçiyoruz. İstikamet Greve kasabası. Aslında iki hafta sonra gelseydik Chianti şaraplarıyla sokakların süslendiği Avrupa'nın en ünlü şarap festivallerinden birine denk gelecektik ama ne yazık ki efsane kasap Antica Macceleria Falorni ile yetinmek zorunda kalıyoruz. Adamlar 1729'dan beri burada kasaplık yapıyorlamış, Fransız İhtilalinden ve Şekerci Hacı Muhiddin Ali Bekir'den daha eski bir mekan ilk defa görüyorum. Berna'yla birlikte içeri giriyoruz. O salam ve salam benzeri şeylere özgü koku üst düzeyde. Burası gerçekten bir et sever için cennet. Tavandan sarkıtılmış domuz bacakları, 1,5-2 kiloluk t-bone steak'ler, binlerce çeşit salam neredeyse bir vejeteryana pornografik gelecek kadar aşırı. Küçük bir kasap olmasına rağmen takriben yarım saat geçiriyoruz.


Böyle etobur bir günle başlayan Toscana günümüz son anına kadar hedonizmin doruklarında geçti ve damaklarda hoş bir rayiha bıraktı.








Çarşamba, Eylül 16, 2009

İki Efsane Bir Hayal Kırıklığı

İtalya seyahati nedeniyle önümüzdeki bir kaç blog yazımızda yok gergedanlar kovaladı, yok babunlar yemeğe saldırdı şeklinde maceralar olmayacak ne yazık ki. Rahatı bulduk, kendimizi çok fena yeme içmeye verdik. Zaten bloğumuz da yavaş yavaş yemek bloğuna dönüşmeye başladı, ne yapalım, hayatın doğal akışı.

İtalya'yla ilgili ilk yazı, iki efsane mekanla ilgili. Bunlardan birincisi Milano'daki Peck. Burası İtalya'nın en ünlü şarküterilerinden biri. Özellikle 300 küsur çeşit Parmesan peyniri ile meşhur. Milano'nun öğle sıcağı tatilin ilk günü olmasına rağmen sinirlerimi kaldırmışken, üstelik "medeni bir yere geldik, katedral görmekten içimiz bayılacak" hezeyanları yaşarken, Peck bana gayet iyi geldi. İçeride muazzam bir peynir kokusu ve koca koca parmesanlar mevcut, bir yandan da italyan salamları, prosciutto'lar göz dolduruyor. Ne yazık ki içeride fotoğraf çekimine izin vermiyorlar, dışarıdan şöyle bir görüntüsü var mekanın.





Neyse, bu Peck'in ikinci katındaki lokantada bir masaya yerleştik, şarabıyla, peynir tabağıyla, servisiyle gayet tatmin edici bir öğle yemeği yiyip, Peck'in ismini hak ettiğine kanaat getirerek mekanı terk ettik.

İtalya'da ikinci durağımız olan Venedik'te ne yazık ki efsaneler konusunda şansımız yaver gitmedi. 18 yaşından beri özenti mi dersiniz merak mı bilemem, gurme amcaları takip etmeye çalışan bendeniz hep bir Harry's bar efsanesiyle büyüdüm. Gerçekten de bir nesil, daha İstanbul'da nerde iyi döner yenir bilmezken, Venedik Harry's Bar'ın carpaccio'nun mucidi olduğunu öğrenerek büyüdü. Mekanda, aynı anda farklı masalarda oturan çok sayıda kraliyet üyesi hikayeleri mi istersiniz, carpaccio dışında bellini başta olmak üzere bir sürü kokteyli keşfettiklerini mi, hepsi Harry's Bar'da mevcut.

Daha önce Venedik'e bir kere gitmiştim, 20 yaşındaydım, bırakın Harry's Bar'ı, 8 kişilik yatakhaneye verecek param olmadığından San Marco meydanında uyumak zorunda kalmıştım.

Gün bu gündür dedim, ben de gurme amcalarım gibi Harry's Bar'ı görecektim. Hanımla birlikte mekanın kapısına dayandık. İçeri girmemizle birlikte hafiften bir hayal kırıklığı başladı. Son derece sıradan bir görüntüsü olan mekanda burnundan kıl aldırmaz bir garson gelerek "ne yazık ki şortlusunuz, barda oturamazsınız, sizi yukarı alalım" dedi. Eyvallah dedik, mekana saygımız var ancak dediğim gibi bar zaten boyası 5 sene önce yapılmış mahalle kahvelerine benziyor, yukarısı nasıl acaba. Bizi ikinci katta, tuvaletle ana salonun arasında, ince uzun, bir kaç kavun içi kirli örtülü masanın bulunduğu, hol desem değil, oda desem hiç değil bir yere aldılar. Gitme kararını o an vermek lazımdı ama işte hem basiret bağlanması hem yıllarca maruz kalınan batı özentisi eğitim masaya oturmaya mecbur etti. Fotoğraf çekmek yasak tabi, zaten bu yasak iyi olmuş işletme açısından, iç mekanın fotoğraflarını gören hiç bir aklı başında insan buraya adımını atmaz.


Birer Bellini istedik. Babalar keşfetmiş bu kokteyli zamanında, köpüklü şarap ve şeftali suyu ile yapılıyor. Bellinilerimiz, tabi ki hiç bir özelliği olmayan pazar bardaklarında geldi. Üç yudum bir şey koymuşlar zaten. Ödediğimiz hesaba hiç değinmek istemiyorum, tam bir insanlık ayıbı.

Şimdi ben çok merak ediyorum, bu yeme içme sektörüne hakim amcalar, hakikaten burayı görüp de mi yazmışlar, yoksa italya'yla ilgili her ortalama yeme-içme dergisi/kitabında bulunan bilgileri derleyip yıllarca önümüze mi sürmüşler.


Bir kaç dış mekan fotosu çektim aslında Harry's Barda ama canım hiç koymak istemedi şimdi bloğa. İyisi ben bu umutsuz yazıyı daha güzel bir fotoyla bitireyim. Evet efendim, karşınızda Venedik, güneş daha yeni doğmuş.















Salı, Mayıs 26, 2009

Koyasan

Japonya gezimiz sona ererken, son derece turistik olacağını bile bile, 1 gece de Koyasan'da Budist tapınağında kalalım dedik. Bu Koyasan bir dağ kasabası ve esasen Japon ezoterik budizmine evsahipliği yapıyor. Zamanında Çin'den gelen bir budist üstadı tarafından budist gelenek Japonya'da yeşermeye başlamış, üstadın hala ölmediği, bir sonraki buda gelene kadar mezarında meditasyon yaptığına inanılıyor. Kasabada 500'ü aşkın tapınak var ve çok büyük bir kısmında geceleyebiliyorsunuz. Ama ne geceleme, öyle aydınlanma arayan inançlı budistler falan gibi değil, duşu tuvaleti, televizyonu falan olan Japon tarzı odalarda. Bu nedenle Koyasan daha gitmeden tarafımızdan turistik damgasını yiyor.

Osaka'dan trene binip, son durakta inip, teleferiğe biniyoruz. Teleferik 5 dakikalık bir yolcukla bizi Kasabaya çıkarıyor. Teleferiğin indirdiği yerden de otobüse binip, ilgili durakta inince, işte karşımızda tapınağımız.



Oda tahmin ettiğimiz kadar güzel ve lüks. Akşam yemeğinin saat 17:30'da verileceğini duymak biraz canımızı sıkıyor. Öğlen rakısı ile başlayıp, gece yarısı biten sofralar haricinde, o saatte yemek yeme adetimiz yok. Budist rahip, yemekle ne içeceğimizi soruyor, Sake var mı diye şansımı deniyorum, sürpriz bir şekilde var. Bir yerin turistik olması çok nadir de olsa işe yarıyor galiba.



Neyse, takriben 3 saat kadar civar tapınakları geziyoruz, esasen son derece güzel yerler var ama Kyoto'dan sonra kesmesi mümkün değil. 



Saat 17:20 gibi tapınaktayız. Yemek, odamıza gelecek. İki rahip, yemeklerimizi küçük sehpaların üzerinde servis ediyorlar. Sofra mükellef, velakin neyin ne olduğunu anlamak mümkün değil. Bari tadalım diyoruz, tadınca da anlamak mümkün değil. Esasen Koyasan sofistike vejeteryan yemekleri konusunda son derece meşhurmuş, diyeceğimiz bir şey yok, çok lezzetli bir sürü şey var, ama insan en azından ne yediğini bilmek istiyor. Sakelerimiz de şahane, sunuma diyecek bir şey yok zaten, tipik Japon zerafeti. 



Haliyle, 18:30 gibi yemek bitiyor. Aynı rahipler sofrayı kaldırıp yer yataklarını seriyorlar. 



Toparlanıp, gece yürüyüşüne çıkıyoruz ama kasabada in cin top oynuyor. Bir kaç tapınağı gece geziyoruz, hafiften tırsmamak mümkün değil.


Gelip yatıyoruz, sabah saat 6'da rahipler ayine kaldırıyor. 1 saat süren seromoniden sonra, bu sefer rahipler kahvaltı getiriyor. Yine aynı senaryo, yediğimizin ne olduğunu anlayamıyoruz ama son derece lezzetli şeyler yiyoruz. Gerçi çoğunu normal hayatımda kahvaltıda tercih etmem herhalde.



Sonuç itibariyle gayet güzel bir deneyimdi, turistik muristik boşverin, fırsatınız olursa yapın derim.