29 Ekim'de Beyruttayız. İki üç yıl önce de niyet etmiştik, hatta biletleri bile aldık ama gitmeye bir hafta kala Refik Hariri Havaalanından şehre giden yollarda Hizbullah taraftarlarının lastik yaktığını, şehirde ufak çaplı bir iç savaş çıktığını görünce vazgeçmiştik.
Beyrut biraz ilgilenen herkesin hayalindeki kadar klişe, hiç bilmeden önyargılarına kapılan geri kalan çoğunluğun hayalindekinin ise tam tersi bir yer. Yıllarca süren iç savaşın izlerini sadece lüks apartmanların arasında kalmış, yeniden yapılmayı bekleyen metruk binaların üzerindeki kurşun deliklerinden, bomba kalıntılarından anlıyorsunuz.
Şehir merkezi gerçekten tarz Beyrut Amerikan Üniversitesi gençliğinin fink attığı kafeler, lokantalar ve nargilecilerle dolu. Tabi biraz şehir merkezinden ayrılıp özellikle Hizbullah sempatizanlarının yoğun yaşadığı fakir mahallelerine gittiğinizde durum değişiyor ama yazımızın konusu bu değil. Konu bu değil tabi ama bir kaç fotoğraftan zarar gelmez.
Bekaa vadisi ve Byblos'a yapılan günü birlik seyahatleri saymazsak 3 günlük tatile meze yemek için geldik. Bildiğiniz üzere, özellikle Antakya civarındaki o harika mezelerin çoğunun orjini Lübnan ve Suriyedir. Teori böyle, pratik de pek farklı değil. 3 gün boyunca yediğimiz mezeler hep tanıdığımız, nohutlu, patlıcanlı yoğurtlu mezelerdi ama Antep civarında 2, Antakya civarında 1,5 ay geçirmiş biri olarak çok rahatlıkla söyleyebilirim ki yediğimiz her şey en az 2-3 gömlek üstündü bizimkilerden.
Ayrıca artık her yerde anlattığım bir hadise var, biliyorsunuz, biz rakı içeriz, yunanlılar uzo, ortadoğulular ise arak. Beyrutta gittiğimiz her yerde istisnasız olarak arağımız bardağımızda bitmeye yüz tutunca, garson koşarak geliyor ve bardağı değiştiriyordu. Şimdi bir düşünün bakalım, İstanbul'da kaç mekanda rakı biterken bardak değiştirilir? Onu bırakın, talep edince garsonun yüzü buruşuyor vallahi.
Çok övdüm bu Beyrut'u, biraz da dalga geçelim. Bir kaç kişi bize "Dünyada üç büyük mutfak vardır, Fransa, Çin ardından Lübnan gelir" dedi. Tanıdık geldi mi?